HOŞ GELDİNİZ

FİKRET ÇAĞLAYAN
BAŞARI STRATEJİLERİ
KALİTE GURULARI
SENDİKAMIZ
TAKIM RUHU
İŞLETME-YÖNETİM
KRİZ YÖNETİMİ
İ.S.İ.G.
İZ BIRAKANLAR
HALKLA İLİŞKİLER
ERGONOMİ
ALIŞKANLIKLAR
ETKİLİ İNSAN OLMAK
ÖYKÜLER
BİLGİ ÇAĞI
KİTAP KÖŞESİ
ÇEVRE
YÖNETİM BİLİMİ
VERİMLİLİK
PERFORMANS
TOPLAM KALİTE
ZAMAN YÖNETİMİ
BİLGİ TOPLUMU
İLETİŞİM
DAHA İYİ YAŞAM
GÜZEL SÖZLER
SEKRETERLİK
KATİL YÖNETİCİLER
İŞ YAŞAMI
LİDERLİK
LİDERLİK YASASI
PROBLEMLER
BEYİN FIRTINASI
BİZ KÜLTÜRÜ
DEĞİŞİM
METOD
KİŞİSEL GELİŞİM
DEPREM KÖŞESİ
ERDEMİR
ÇALIŞMA HAYATI
YENİ EKONOMİ
VİZYON
ATATÜRK KÖŞESİ
İNSAN KAYNAKLARI
BİLGİ YÖNETİMİ
MOTİVASYON
STRATEJİK YÖNETİM
LİNKLER
KAYIP İLANI
ÜNİTEMİZ
İNSAN İLİŞKİLERİ
YETKİ DEVRİ
EĞİTİM-BİLİM

Ana sayfa

ERDEMİR'DE ÇEVRE POLİTİKASI

ERDEMİR; dayanıklılığı, güvenilirliği, yaygın kullanım ve tekrar kullanım alanları gibi birçok teknik üstünlüğünün yanı sıra çevre dostu özelliği ile çağdaş yaşamın ayrılmaz bir parçası olan yassı çelik ürünler üretir. Bu üretim sırasında çevreye karşı sorumluluğunun bilincin içinde gelecek kuşaklara temiz bir çevre bırakmak ve içinde yaşadığımız toplumun yaşam kalitesini sürekli yükseltmeyi iş yapma biçimini geleneksel bir parçası olarak kabul eder.
BU ÇERÇEVEDE ERDEMİR'DE ÇEVRE POLİTİKASI ;
 Sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı doğrultusunda teknik, ekonomik ve ticari değerlendirmeler sonucu çevreye en az atık veren teknolojileri uygulamak, hammaddenin etkin ve verimli kullanımı ile doğal kaynaklarımızı korumak,
 Çevre ile ilgili tüm yasa ve yönetmeliklere uymak, yasa ve yönetmeliklerle belirlenmemiş alanlarda standart oluşturmaya katkıda bulunmak,
 Çevresel riskleri ortadan kaldırmak amacıyla çevre parametrelerini tanımlayan, sürekli izleyen ve kontrol eden altyapı oluşturmak,
 Bu altyapıyı kullanarak atıkları azaltmak ve doğal kaynaklarımızı korumak amacıyla tüm süreçlerimizi sürekli gözden geçirmek ve sürekli iyileştirmek,
 Enerji ve hammaddenin geri kazanım işlemlerini geliştirmek ve desteklemek,
 Çalışanlarını, müşterilerini, tedarikçilerini, içinde yaşadığı toplumu ve devleti, Erdemir'in çevreye bakış açısı, uygulamaları ve elde ettiği sonuçlara ilişkin bilgilendirmek ve bilinçlendirmek, tüm sosyal paydaşlarıyla çevre konusunda açık iletişim kurmak,
 Belirlenen çevre amaç ve hedefler doğrultusunda, ISO 14000 Çevre Yönetim Standartlarına uygun bir çevre yönetim sistemi uygulayıp, sürekliliğini ve gelişmesini sağlayarak çevreye yönelik tüm faaliyetleri bu kapsamda geliştirmek,
İlkelerinden oluşmaktadır.

KAYNAK : ERDEMİR İNTERNET SAYFASINDAN
ALINMIŞTIR.

GÜZEL SÖZLER:
“BİZ DÜNYA ŞİRKETİ ERDEMİRİZ.
ÇELİK BİZİM İŞİMİZ, ÇEVRE İSE SEVGİMİZ.” Melih Ayhan
* * * * * * * * * * * * * *
“ÇELİK İLE GÜÇLENİYOR SEVGİMİZ, BİZ ERDEMİRİZ ÇEVRE BİZİM GELECEĞİMİZ.” Melih Ayhan
* * * * * * * * * * * * * *
“ENDÜSTRİYE EVET.BOZULMADAN DOĞAL DOKU; ERDEMİRLİYİZ HAYAT FELSEFEMİZ BU.” Ramazan Başçiçek
* * * * * * * * * * * * * *
“ÇİLEKTEN ÇELİĞE, ÇELİKTEN ÇİLEĞE UZANAN YOL – ERDEMİR.” Mehmet Yardibi
* * * * * * * * * * * * * *
“21. YÜZYILA, TOPLAM KALİTE VE ÇEVRE ANLAYIŞIYLA, KOŞAR ADIM – ERDEMİR.” Erdal Kocademir
* * * * * * * * * * * * * *
“ERDEMİR’İN ÇELİĞİ, ÇEVRE BİLİNCİYLE SULANIR.” Mustafa Uğurlu
* * * * * * * * * * * * * *
“ÇEVHERİ İŞLEYEN EMEĞE, YAŞAM BULDUĞUMUZ ÇEVREYE SAYGILIYIZ.” Aydın Erol
* * * * * * * * * * * * * *
“TEMİZ BİR ÇEVRE, ÇELİKLE BÜTÜNLEŞİR ERDEMİRDE.” Sedat Çetin
* * * * * * * * * * * * * *
“HERŞEY BİZE BAĞLI, ERDEMİR DE ÇEVREDE BİZİM.” Selim Çalışkan




























BUNLARI BİLİYORMUSUNUZ?

 Arabanın camından fırlatacağınız bir alüminyum kutu 500 yıl dünyayı kirletecektir.
 Plajlardan plastik parçaları toplamak hayat kurtarır. Plastik balık avlama aletleri, torbalar ve diğer plastik atıklar her yıl sayıları milyonlara varan deniz kuşu, 100.000 deniz memelisi ve sayısız balığın ölümüne neden olmaktadır. Her yıl da durum daha kötüye gitmektedir.
 Plastik alışveriş torbaları çoklukla kağıt olanlardan daha kullanışlıdır. Ama plastik torbalar, yenilenemeyen bir kaynak olan petrolden üretildikleri ve hiçbir zaman tümüyle eriyip çözülmedikleri için çevresel açıdan çok zararlıdır.
 Kağıt mı, plastik mi? Satın aldığınız şey ufaksa, herhangi bir torbaya el uzatmadan bir daha düşünün. Herkes yalnızca ayda bir torba eksik alsa, yılda yüz milyonlarca torba tasarrufu yapabiliriz.
 Evlerde kullanılan piller civa, kadmiyum gibi ağır metaller içermektedir. Atılan piller diğer çöplerle birlikte çöp arazilerinde parçalanıp, içlerindeki ağır metalleri toprağa salarlar. Delinen piller havaya tehlikeli oranlarda bu ağır metallerin karışmasını sağlar. Yeniden doldurulabilen piller kullanın. Pilleri ayrı toplayın.
 Araba lastiklerinin şişirilmesini genelde çevresel bir sorun olarak algılamayız. Ama lastikleri gereken ölçüde şişirmek lastiklerin ömrünü uzatır, yakıt tasarrufu sağlar. Bugün üretilen lastiklerin yalnız %10'unda yeniden değerlendirilmiş lastik kullanılmaktadır.
 Mutfağınızda kağıt havlu yerine yıkanabilen bez kullanın.
 Plastik kutu halkaları su altında hemen hemen hiç gözükmedikleri için, denizlerde yaşayan canlıların bunlardan kaçmalarına olanak yoktur. Amerika'da bazı eyaletlerde, bu halkaların 30 gün güneşte kaldıktan sonra eriyecek biçimde üretilmeleri için yasal önlemler alınmıştır.
 Gereksiz yazışmayı durdurun. Elinize geçen tüm gereksiz yazışmaları toplarsanız, yılda 1 veya 1,5 ağaç karşılığı kağıt elde edersiniz.
 Daha az gaz yağı, kömür ya da odun yakarsanız, atmosfere karbondioksit ve diğer sera gazlarının karışmasını biraz olsun önleyebilirsiniz.
 Topraktan çıkartılan daha az petrol doğal yaşamın daha az bozulması ve petrol atıklarının azalması demektir.
 Atıklarla en ucuz ve emin biçimde başa çıkmak sağduyu kullanarak mümkündür. Yapılacak şey daha az atık oluşturup, oluşanı da yeniden değerlendirmektir.

























ÇEVRE KÜLTÜRÜ


 Yeniden kullanın
 Eğer geri kazanma çabası göremiyorsanız çevrenizdekileri böyle bir çaba için ikna edin.
 Geri dönüşümlü kağıttan yapılmış kırtasiye, kart ve paket kağıt satın alın.
 Bir bahçeniz olsun. Kentsel bölgelerde iseniz en azından saksıda yaprak ve çiçek yetiştirebilirsiniz.
 Bahçenizdeki otlar, yapraklar, dallar ve diğer bitkiler için gübre yığını oluşturun. Bu, çöp toplamayı azaltırken bahçenizin de büyüyüp gelişmesine yardımcı olacaktır.
 Gübre yığınınıza kahve telvesi, yumurta kabuğu ve muz kabuğu gibi şeyler de koyun.
 Bahçede böcek ilacı kullanımını azaltın. Aslında böceklerin yalnızca % 1’i ilaçtan etkilenmektedir. Organik ilaçlar kullanmayı deneyin.
 Kağıt havlu değil, kumaş havlu kullanın.
 Çamaşır ve evdeki diğer temizlik işleri için düşük fosfatlı yada fosfatsız deterjan kullanın.
 Klorsuz çamaşır suyu kullanın.
 Sürekli kullandığınız deterjan ve diğer ürünlerin en büyük ekonomik boyunu alın.
 Eğer seçme şansınız varsa manavlarda ve diğer yerlerde naylon poşet yerine kağıt torbalar isteyin.
 Aşırı paketlenmiş mal ve gıda ürünlerinden kaçının. Örneğin; plastik torba yada sandıkta sıkıca paketlenmişler yerine açıkta satılan taze meyve ve sebzeleri alın.
 Mümkün olduğunca, elektrik ampulü yerine enerji tasarrufu sağlayan floresan lambalarından kullanın.
 Evinizde gerekli izolasyonu yapın. Evlerde harcanan enerjinin neredeyse yarısı izolasyon yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
 Pencere ve kapılarda aralık olup olmadığına bakın, aralık varsa tıkayın. Pencere ve kapılara dış kanat taktırın.
 Ocağınıza yılda en az bir kez servis yaptırın.
 Isıtıcı olarak radyatör kullanıyorsanız, arkasına bir yansıtıcı plaka koyun. Böylece ısıyı duvara çekmesini önlemiş olursunuz.
 Doğal ışıktan en üst düzeyde yararlanın. Düşünün, gün içinde gerçekten lamba yakmanız gerekiyor mu?
 Odadan 15 dakika veya daha fazla ayrılacaksanız ışıkları kapatın.
 Buzdolabınızı daha az soğuk konuma ayarlayın. Arkasındaki kondansatör borularını yılda bir kez temizleyin.
 Su musluğunu kapatın. Traş olurken, dişlerinizi fırçalarken, bulaşık yıkarken musluğu açık bırakmak, her dakika 11-19 litre arasında su sarfiyatına neden olmakta.
 Sızıntıları hemen tamir edin. Damlayan musluk günde 76 litreden fazla su kaybına yol açıyor.
 Bulaşık, çamaşır makinelerinizi ve kurutucularınızı yalnızca tam dolu olduklarında çalıştırın.
 Mümkünse kurutma makinesi kullanmak yerine, çamaşırı dışarı asarak kurutun.
 Yeniden şarj edilebilen pilleri kullanın.
 Hafta sonunda açık havada ızgara yaparken, kirliliğe neden olan yanıcı sıvılar kullanmayın.
 Helyum dolu balonlar suya ulaştığında balina ve su kaplumbağaları tarafından yutularak ölümlerine neden olabilirler. Balonlarınızın uçup gitmelerine izin vermeyin.
 Arka bahçenizi hayvanlar için sığınak haline getirin.
 Denize asla bir şey boşaltmayın.
 Çöplerinizi çöp kutularına atınız. Ayrıştırılmış olanlara özellikle dikkat edin. (Pet şişe, cam, pil çöpleri gibi)
 Yerlere tükürmeyin. Tükürenleri uygun bir dille ikaz edin.
 Seyir halindeyken (durağan halde de tabi ki) arabalardan çöp atmayın.

ERDEMİR’DEKİ “KAĞIT ÇÖP BİRİKTİRME” UYGULAMASINA LÜTFEN KATILIN.

Nilgün DURAK
ERDEMİR
Savunma sekreterliği



















ÇEVRE KORUMADA ALTERNATİF ÜRETİM : TEMİZ ÜRETİM

Çevre Korumada Alternatif Çözüm Yaşadığımız gezegenin her gün biraz daha kirlenmesi belki bazı insanları, kurum ve kuruluşları rahatsız etmiyor; ama bu konuda kaygı duyan, kirlenmeye bir son vermek için uğraşan ve buna alternatif çözümler arayanlar da yok değil. Ancak göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek de mevcut sistem ve yöntemlerle bu işin üstesinden gelinemediğidir. Bu nedenle belki de kirliliği yok etmek değil, kirletmemek en etkili çözümdür.
Çevre koruma konusunda 1970'lerde başlayan çözüm arayışları daha çok kirliliğin önlenmesi temeline dayanıyordu. Bu ilkeye dayanılarak geliştirilen teknolojiler, kirleticilerin havaya, suya ya da toprağa salınmadan önce azaltılmasını öngörüyordu. Ancak bunlar, üretim sonrasında ve ürünün ömrünü tamamlamasından sonra başvurulan teknolojilerdi. Bu nedenle de yüksek enerji ve malzemeye gereksinim duyan, görece daha düşük verimli teknolojilerdir. Ayrıca, mevcut üretim sistemlerinin değiştirilmesinde ve iyileştirilmesinde pek etkili olamamışlardır.
1980'lerin başında "çevre yönetimi" yaklaşımı birçok firma tarafından benimsendi. Bu firmalar, etkinliklerini çevre ve enerji performanslarını artıracak biçimde yeniden tasarlamışlardır. 1980'lerin ortalarına gelindiğindeyse bir başka yaklaşım gündeme geldi: Endüstriyel ekoloji. Bu yaklaşım, endüstriyel sistemlerdeki madde ve enerji akışını, akışın çevre üzerindeki etkilerini, teknoloji ve uygulamalarının bu akış üzerindeki et kilerini anlama ya çalışır. Bunun yanı sıra endüstriyel ekoloji üretim aşamalarını inceleyerek atıkların girdi olarak geri döndürülmesini, ürünün çevresel etkileri de düşünülerek yeniden tasarlanmasını kapsar. 1990'ların başında bu yaklaşımlara toplam kalite yaklaşımı da eklendi. Çevre eğitimi, ölçümleri ve yönetim stratejilerinin belirlenmesinde firmaların ve tüketicilerin ortak tavır takınmaları bu yaklaşımda temeldir. Toplam kalite yaklaşımı, atıkların azaltılması, enerji verimliliği ve malzemelerin yeniden kullanılması ve geri kazanımı alanlarında yeni olanaklar yaratmayı içerir. Şimdilerdeyse bu yaklaşımlara bir yenisi eklendi: Temiz üretim.
Endüstriyel üretim sistemleri, ürünün hammaddesine, taşınma ve işlenme için enerjiye, suya ve havaya gereksinim duyar. Günümüz üretim sistemlerinde, genellikle geri dönüşümsüz ya da "beşikten mezara" diye adlandırılan, zararlı maddeler ve kısıtlı kaynaklar çok büyük ölçüde kullanılır. Örneğin; 40-50 yıl öncesine kadar tahta bir masanın ömrü yüz yıl kadardı. Tahta masa, kullanılma ömrünü tamamladığında ya başka bir amaçla kullanılır ya da parçalanıp yakılırdı. Bugünse, alüminyum kutular gibi tek kullanımlık ürünlerin ömürleri yalnızca birkaç haftadır. Bu, hem hammaddenin hem de enerjinin boşa harcanması anlamına gelir. Ayrıca bu teneke kutular ömürleri sona erdiğinde de bazı sorunlar yaratır. Bu tür maddelerin geri dönüşüm işlemlerinden geçirilip tekrar kullanılabilir hale getirilmeleri de gerçekte bir çözüm değildir. Çünkü bu maddelerin merkezi geri dönüşüm ünitelerine taşınması enerji sarfiyatını gerektirdiği gibi, kutuların üstünün tekrar kaplanması için kullanılan maddeler de doğaya zarar verebilir ve sonunda birçok toksik atık açığa çıkarabilir. Bu durumda, yeniden kullanım, tüketim sonrası açığa çıkan zehirli atıkların idaresi ya da aşırı tüketim konusunda bir çözüm sayılmaz.
Gerçekte, metaller gibi dayanıklı maddeler, kısa ömürlü ya da tek kullanımlık ürünlerin yapımı için hiç de uygun değildir. Bu sorunlara çözüm getirebilecek bir yol olarak gösterilen "temiz üretim", gereksinimlerimizi sürdürebilir bir biçimde karşılamayı amaçlar. Bunun için de geçerli olan ilke, biyoçeşitliliği korumak kaydıyla, yenilenebilir, doğaya zarar vermeyen malzemeler ve yeterli miktarda enerji kullanmaktadır. Uluslararası çevre örgütlerinden Greenpeace, temiz üretimi şöyle betimliyor, "En az malzeme ve enerji kullanarak, gezegenimizin doğal döngülerine saygılı ürün, besin ve enerji üretme biçimidir. Üretilmeleri ve kullanımları buyunca zehirsiz olan temiz ürünler yenilenebilir enerji kullanırlar ve enerji verimlidirler. Bu ürünler, kullanımları bitince yeniden üretim sistemlerine ya da doğaya dönebilecek biçimde tasarlanmışlardır. Temiz üretim Dünyanın doğal döngülerine saygılı ve çevrenin sağlıklı kalmasını sağlayan bir üretim biçimidir." Üretime başlamadan önce temiz üretim yaklaşımı şu soruları sorar:
 Bu ürüne gereksinmemiz var mı?
 Gereksinmemizi nasıl azaltabiliriz?
 Bu ürüne olan gereksinmemizi başka hangi yollarla giderebiliriz?
Örneğin, ihtiyacımız olan şey enerjiyse, "Bu enerji nerede kullanılacak" sorusunu sormadan hemen güneş panellerinden yararlanmayı düşünmek temiz üretim için yeterli değildir. Eğer enerji, klorin ya da başka zararlı maddelerin yapımında kullanılacaksa, ne kadar güneş paneli kullanırsak kullanalım bu endüstriyi sürdürebilir kılamayız. Temiz üretim yaklaşımı, küresel ısınma, toksik kirlilik, biyoçeşitliliğin yok olması gibi birçok çevre sorununun, üretim yöntemleri ve miktarıyla, ayrıca kaynakların tüketim oranıyla ilgili olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
TEMİZ ÜRETİM İLKELERİ
Temiz üretimin benimsediği dört önemli ilke var:
1- Önlem İlkesi: Bu ilke, potansiyel kirleticilerin, bazı maddelerin ya da etkinliklerin çevreye zarar verip vermediklerini görebilmek için ortaya çıkartılmasını içerir. Bu yaklaşım, risk tespiti için tek yöntemin kullanılmasını kabul etmez. Bunun nedeni, bir kimyasal maddenin kullanımı ya da endüstriyel etkinliğin devamı konusunda karar verilirken, bilimsel bilginin sınırlamaları olduğu düşüncesidir. Fen bilimleri yadsınmamakla birlikte, endüstriyel üretim tüm toplumu etkilediği için yalnızca fen bilimciler değil, toplumla ilgili karar alma konusunda başka uzmanların da bu işe karışması düşünülüyor.
2- Korumacı İlke: Çevresel yıkımı önlemek, çevreyi iyileştirmekten ya da tekrar eski haline döndürmek-ten hem daha ucuz hem de daha etkilidir. Koruma, yıkımın denetimini sağlamak biçiminde değil, sorunu kaynağında, üretim aşamasında önlemek biçiminde yapılmaktadır. Bir başka deyişle kirliliği önleme, kirliliği denetlemenin yerini alıyor. Bu ilke daha gelişmiş yakma fırınları tasarlamaktansa, yakılarak yok edilebilen ürünler üretmekten kaçınmayı gerektiriyor.
3- Demokratik Denetim İlkesi: Temiz üretim endüstriyel etkinliklerden etkilenen herkesi kapsar. Örneğin, işçileri, tüketicileri ve toplumun geri kalan bölümünü bilgilendirme ve bunları demokratik denetim mekanizmaları kurulması için karar alma süreçlerine katma düşüncesi ön plandadır. En azından, kimi sivil toplum kuruluşları endüstriyel atıklardan haberdar olmalı ve kirlilik karşıtı bazı oluşumlarla yerlerini almalıdır. Ancak bugün bu tür bilgiler "ticari sır" maskesi altında halktan gizlenmektedir. Ama unutmamak gerekir ki, eğer tüketiciler ürünün içeriğini bilmezlerse, o ürünün nasıl olması gerektiği konusunda fikir bildiremezler. Bu da uzun vadede üreticinin gerçekte çok yararlanabileceği bir veriden yoksun kalması anlamına gelir.
4- Bütünsellik Yaklaşımı: Sürdürülebilir bir toplum anlayışı ürünün yaşam döngüsü boyunca kullanılan tüm malzemeler, su ve enerji akışı ile tanımlanan çevresel kaynak kullanımı ve tüketimi ile bütünsel bir yaklaşım benimser. Genellikle çevre yönetimleri, çevre kirliliğinin hava, su ve toprak arasında taşınmasına olanak tanıyan politikalar izlerler. Üretim sırasında ortaya çıkan kirlilik tehlikenin ürüne taşınmasına öncülük edebilir. Bütünsellik yaklaşımı, tehlikeli maddelerin üretim sırasında işlem dışı bırakılmasını sağlama ve böylece bu maddelerin ürüne yerleşip yeni bir çevresel tehdit oluşturmasını önleme amacını güder. Geri Dönüşüm Geri dönüşüm, üretimden tüketime giden yolculuğu düz bir çizgi olmaktan çıkarıp dairesel bir biçime sokmuştur. Geri dönüşüm yoluyla bir bakıma doğadaki döngü taklit edilmeye çalışılır. Ancak doğa hiçbir zaman, endüstriyel ekonomilerde kullanılan yoğunluklarda toksit maddeyi barındırmadığı gibi, maddelerin geri dönüşümü için çok uzun yol alıp, geri dönüşüm ünitelerine taşınmasını da gerektirmez. Geri dönüşümün çevresel olarak sağlamlığı da ürünün son tüketiminin temizliğine bağlıdır. Örneğin; giysiler, lifler bir araya getirilirken çok ince ve zayıf hale gelinceye değin önce beze sonra da kağıda dönüştürülür. Aslında atık sorununda bir ilk yardım müdahalesine benzetebileceğimiz geri dönüşüm, bazen birçok zararlı maddeye yeniden yaşama olanağı vermektedir. Pil, teneke kutu, PVC ambalajlar gibi maddeler geri dönüştürülerek kullanılsalar da, bu yolla zararlı olmaktan kurtulmuyor. Zararlı bir madde geri dönüştürülse de zararlı olarak kalmaya devam ediyor. Bu yüzden, zararlı bir maddeyi geri dönüştürerek tekrar tekrar kullanıma sokmaktansa, üretim sırasında zararlı maddelerin kullanımından kaçınmak daha köktenci bir çözümdür. Yerel Üretim ve Tüketim Temiz üretim daha çok yerel üretim ve tüketimlerde tercih ediliyor. Bu yolla, yalnızca üretim aşamasında değil aynı zamanda tüketim ve tüketim sonrası aşamalarında da o bölgede yaşayan insanlara çalışma olanağı sağlanır. Kullanım süresini tamamlayan ürünlerin onarımı, parçalanması ve tekrar kullanıma sokulması yeni iş olanakları yaratır. Ayrıca üretimin yerel olması tüketicinin kullandığı ürünün nerede ve nasıl üretildiği konusunda bilgi sahibi olmasını da sağlar.
Günümüzde, üretim tüketim oyununun kuralları ürünle ilgili en az sorumluluk yüklenip, en kısa sürede en çok para kazanma üzerine kuruludur. Hatta, ürün kullanılma ömrünü tamamlayıp da atık haline geldiğinde hiçbir sorumluluk taşımamak da en önemli kurallardan biri. Reklamlar yoluyla tüketicilere ulaşan endüstri, tüketim talebini uyararak, sürekli olarak mal satma çabası içindedir. Daha fazla satış yapabilmek için de olabildiğince kısa ömürlü mallar üretiliyor. Gereksiz miktarda malzeme ve enerji kullanılarak üretilen bu mallar, ömürlerini tamamladıklarında, ortaya çıkan toksik atıklar genellikle endüstrinin değil(!) yerel yönetimlerin başa çıkmak zorunda olduğu bir sorun oluyor ne yazık ki. Temiz Üretimin Gelişimi Dünyayı hızla saran kirliliğe ve atık dağlarına bakılırsa hükümetlerin çevre yönetimi konusundaki yaklaşımlarının yeterli olduğu pek söylenemez. Genellikle hükümetler, toprak, su ve havada kabul edilebilir(!) kirlilik oranı aşılmasın diye, birtakım standartlar getirir. Fabrika bacalarına filtre takılması zorunluluğu gibi. Bu anlayışa göre, doğa meydana gelen kirliliğin bir kısmını tolere edebilir. Ancak, doğada süregelen yıkım bu yaklaşımın yanlışlığını ortaya koymaktadır. Bazı hükümetler bu yaklaşımın yetersizliğini fark edip yeni oluşumlar yaratmaya çalışıyor. İngiltere'de, Avrupa Birliği'nde ve İsveç'te "birleşik kirlilik denetimi" anlayışı yaygınlaşmıştır. Ancak bu politikalar da kirliliğin büyük kısmının denetlenemez olduğu gerçeğini göz ardı etmiştir. Massachusetts'te kurulan Toksik Kullanımını Azaltma Enstitüsü (TURU, endüstride üretim aşamasında toksik hammadde kullanımını önlemeye yönelik çalışmalar yapmakta. Kurşun, PCB'ler, DDT ve cıva kullanımını yasaklamak için önayak olunsa da ne yazık ki bu yasaklar tüm Dünya için geçerli değil. Ama kirlilik doğada dolaştığı için küreseldir ve hepimizi tehdit eder. Temiz maddelerin kullanımı, pestisid kullanımının ve PVC ambalajların yasaklanmasıyla yaygınlaşabilmiş ve Avusturya, Almanya, Norveç ve İsveç gibi ülkelerde bazı yerel yönetimlerce de desteklenmiştir. Üretim İşlemlerinde Değişme Temiz üretim hem bir amaçtır hem de bir işlem. Bu amaca yönelik ilk adım, üretim işlemlerinin değişmesidir. İlk aşamada günlük yaşama ait birtakım alışkanlıklar kazanmalıyız. Örneğin çok basit savurganlıklardan kurtulmalı (damlayan musluklar gibi), toksik madde kullanımını azaltmalı, evde uygulayabileceğimiz birtakım geri dönüşüm sistemleri araştırıp kurmalıyız (atık suyun ya da ısının yeniden kullanılması gibi). Bu basit adımlar, aslında hiçbir maliyeti olmayan ileriye dönük yatırımlardır. Polonya'da yürütülen ve kirlilik yayılımında %20-25 azalma sağlayan bir program çok düşük ya da sıfır maliyetle gerçekleştirilmiştir.
1992'de Hollanda'da Erasmus Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre endüstriyel işlemlerin yol açtığı atık ve kirlilik yayılımının %70'i günümüzde kullanıla gelen teknik açıdan sağlam, ekonomik olarak yararlı işlemler ve teknolojiler uygulayarak kaynağında engellenmiştir.
Temiz üretim yaklaşımı sekiz basit adımdan oluşur;
1) Üretim işleminden çıkarılabilecek olan zararlı maddenin saptanması.
2) Kimyasal maddesel akış analizinin yapılması.
3) Zararlı maddenin üretim işleminden dışlanması için zaman çizelgesi çıkarılması (bu iş atık idaresi teknolojileriyle birlikte düşünülmelidir).
4) Hali hazırda var olanı sürdürmek ve yeni temiz üretim işlemleriyle, ürünlerinin araştırılması.
5) Parasal ve teknik destekle, eğitim desteği sağlanması.
6) Bu konuda halkın bilgilendirilmesi ve karar mekanizmalarına katılımının sağlanması.
7) Zehirli maddenin işlemden çıkarılmasının ekonomik teşviklerle kolaylaştırılması.
8) Temiz üretime geçişin, işçileri ve toplulukları etkilemeyi amaçlayan sosyal planlar yardımıyla kolaylaştırılması.
Üretim işlemleri değişirken, temiz üretime geçiş, ürünün de sınanmasını gerektirir. Geleneksel üretim anlayışına göre ürünün teknik tasarımı, maliyeti en aza düşürmeye yöneliktir. Ancak toplum, kaynakların tüketilmesinin ve atık dağları oluşmasının çevresel, toplumsal ve parasal maliyetinin hesabını sormak için artık bir şeyler yapmaya başladı. Kuzey Avrupa ülkeleri, Almanya ve Hollanda gibi ülkeler, yalnızca ürünün çevreye etkilerini değil aynı zamanda kaynakların nasıl kullanıldığını da içeren, ürüne yönelik çevre politikaları geliştirip yerleştirmeye çalışıyor. Bazı ürünlere olan gereksinimin sorgulanması ve bu gereksinimin başka hangi yollarla giderilebileceği ya da azaltılabileceği soruları, kaynakların üretim sistemlerine akışının hem miktarını azaltmak hem de hızını yavaşlatmak için yeni olanakların araştırılmasını öngörür. Temiz üretim uluslararası çevre kuruluşlarınca da benimsenmiş durumda. Birçok çevre örgütünün hazırladığı programlar ve çalışma grupları var.
1992'de Rio de Janerio'da yapılan Çevre ve Kalkınma Konferansı'nda benimsenen eylem programı Gündem 21 'de sürdürülebilir kalkınmanın gerçekleşmesi için yapılması gerekenler arasında temiz üretim de yerini almıştır. Ayrıca Avrupa Topluluğu 5. Çevre Eylem Programı'nda, OECD'nin temiz üretim ve atıkların en aza indirilmesi için benimsediği yaklaşımlarda, ABD'nin Ulusal Çevre Teknolojileri Stratejisi'nde sürdürülebilir çevre ve toplum için temiz üretim ilkelerinin benimsenmesinin ve bir an önce uygulanmaya geçilmesinin zorunlu olduğu konusunda görüş birlikleri vardır.
Temiz üretim konusundaki en önemli ve ciddi yaklaşımlardan biri de Birleşmiş Milletler Endüstriyel Gelişme Organizasyonu'ndan (UNIDO) gelmektedir. UNIDO'nun Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) 1990'da Temiz Üretim Programı'nı benimsemiş ve bu konuyla ilgili birtakım stratejileri geliştirmiştir. Temiz Üretim Programı; temiz üretim konusunda dünya çapında bilgilendirmeler yapılması; hükümetlere ve endüstrilere temiz üretim programlarını benimsetecek ve geliştirecek farklı bakış açılan kazandırılması; temiz üretim teknolojilerine geçişin kolaylaştırılması adımlarını izler. UNJDO ve UNEP gelişmiş ve gelişmekte olan yirmi ülkede Ulusal Temiz Üretim Merkezleri (NCPs) kurarak yukarıda söz edilen adımları uygulamaya geçirdi. Ülkemizde 1995'te ulusal bir çevre eylem planı hazırlıklarının temeli atıldı ve hazırlanan raporlar sonucunda Türkiye Ulusal Çevre Stratejisi Eylem Planı (UÇEP) ortaya çıktı. Bu plan 8 Mayıs 1998'de DPT ile Çevre Bakanlığı arasında imzalanan işbirliği protokolüyle yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Dünyadaki genel yaklaşımlar temel alınarak UÇEP'de temiz üretim konusu ele alınmış, bu konuda ulusal bir politika belirlenmesine karar verilmiştir.

Yılmaz, Elif
Bilim Teknik-Kasım98
















ÇEVRE SORUNLARI VE EKONOMİ

A. GİRİŞ
İnsanoğlu başlangıcından beri kıtlığa karşı kesintisiz bir savaş sürdürmektedir. Bu savaşta onun tek yardımcısı, içinde doğup yaşadığı “tabiat” veya “çevre”dir. Çevre dar anlamda tabiî ortam şartlarının bir toplamı; geniş anlamda ise, bununla sosyal şartların bir toplamı olarak düşünülür. Ne var ki, insanların ekonomik faaliyeti çevre üzerinde olumlu etkilerin yanısıra olumsuz etkiler de yapagelmiştir ve bunun başlıca sonucu, tabiat dengesinin bozulması olmuştur. Dar açıdan bu olguya yani tabiatın tahribine veya tabiî dengenin bozulması olgusuna çevre kirlenmesi adı verilir. Geniş açıdan, insanın üretim ve yaşama kaynağını oluşturan doğal çevre yoluyla sosyal çevre de tahribe uğramaktadır ki bunların tamamına çevre bozulması (polüsyon)[1]terimi tahsis edilebilir. Meydana geldiği ortamdan taşıcı, büyük yayılma gücüne sahip bir olgu olan çevre bozulması, günümüzde bir dünya sorunu haline gelmiş bulunmaktadır.
Yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi, insan ekolojisi yalnız tabiat bilimlerinden değil, sosyal bilimlerden de faydalanmak zorunda olduğundan, çevre bozulmasının etüdü mutlaka disiplinlerarası araştırmalar gerektirir. Bu araştırmalarda, biyoloji, psikoloji, hukuk, teknoloji, ekonomi gibi bilim dallarına ait olgular, bunların kendi bakış açılarından farklı bir yaklaşımla etüd edilir. Ne var ki, çevre sorunları her şeyden önce iktisadî açıdan anlaşılması gereken bir sorundur. Psikoloji, hukuk, teknoloji, politika gibi bilim dalları da çevre sorunları bakımından çok önemli olmakla beraber, buna her şeyden önce ekonomik bir sorun gözüyle bakılmazsa, diğer yaklaşımlardan verimli sonuçlar alınması uzak bir ihtimaldir. Bu önem dolayısıyladır ki, dünyada ve özellikle A.B.D.’nde “polüsyon ekonomisi” adı verilen ayrı bir bilim dalı oluşmuş bulunmaktadır.
Bu araştırmada, çevre sorunları ile ekonomi arasındaki ilişkiler Türk ekonomisinden örnekler verilerek etüd edilmeye çalışılacaktır.
B. TEMEL EKONOMİK KAVRAMLAR VE ÇEVRE SORUNLARI
Ekonomik sorunların temelinde kıtlık olgusu yatar. Ekonomik faaliyet kıtlığa karşı bir meydan okuma, sistemli bir savaş olarak özetlenebilir. Ne var ki bu faaliyetin, kendi içinde şaşırtıcı bir çelişki doğurduğu da bir gerçektir: İnsanoğlu üretim ve tüketim faaliyeti sırasında, ihtiyaçlarını karşılayacak derecede bol olmayan yeni bir “kıt kaynak” oluşmasına neden olmuştur ki bu da kaliteli çevredir. Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de, çevreyi oluşturan doğal değerlerin ekonomik faaliyet dolayısıyla bozulması ve hızla azalması, kaynakların kıtlık derecesini yani kaynaklarla ihtiyaçlar arasındaki dengesizliği daha da artırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Ekonomi biliminin temel gayesi, uzun süre, maksimum miktarda mal ve hizmet tüketimi anlamında refah düzeyinin yükseltilmesi olarak anlaşılmıştır. Refahın bazı asgarî niteliklere sahip bir çevre de gerektirdiği düşünülmemiştir. Bu hata şüphesiz bir çevre de gerektirdiği düşünülmemiştir. Bu hata şüphesiz bizatihi refah olgusunun değil, onu kavramlaştırma biçiminin bir sonucudur. Çünkü klasik refah kavramında, tabiî dengenin gözetilmesinden doğan çevre kalitesi elamanı yer almamaktadır. A. Smith’den beri, refah göstergesi olarak mal ve hizmet üretimi yeterli sayılmış; toplumların daha fazla mal ürettikleri zaman daha mutlu olacaklarına inanılmıştır. Oysa, çevreyi korumadan maç insanoğlunun duyduğu hazzı artırmak yani bir ihtiyacını tatmin olduğuna göre, kaliteli çevre refahın tamamlayıcı bir elemanı olacaktır. Böylece, yalnız sanayileşmiş ülkelerde değil hattâ Türkiye gibi sanayileşen ülkelerde dahi, kaliteli çevrenin diğer ihtiyaçlar kadar refah artırıcı bir unsur olarak gözetilmesi, ekonominin temel gayelerinden biri olan - çeşitli hedeflerin uyumlu ve sistemli olarak gerçekleştirilmesi anlamındaki - rasyonel davranış kriterine de uygun düşmektedir. Çünkü çevre sorunlarının ekonomik çözümleri maliyet ve fayda analizleri ile yani mevcut bileşimlerden optimum bileşimin seçilmesi ile mümkün olur.
Çevre sorunları temel ekonomik kavramlardan alternatif maliyet kavramı ile yakından ilgilidir. Çünkü çevre koruma kaynakların alternatif kullanımları arasından bir tercih yapmak; kaliteli çevreye bir alternatif olan diğer bazı ihtiyaçları karşılayacak üretimlerden vazgeçmek sonucunu doğurur [2]Karşılanmamış ihtiyaçların nisbeten fazla olduğu az gelişmiş ülkelerde ve bu arada Türkiye’de çevre sorunlarının göz ardı edilmesinin başlıca nedeni, çevre korumanın alternatif maliyetinin yüksek sayılmasıdır. Oysa refah kavramının geniş anlamda düşünülmesi ve optimum bileşimlerin araştırılması durumunda, çevre maliyetlerinin sanıldığı kadar yüksek olmadığı sonucuna varılabilir.
Kaliteli bir çevre herhangi bir ihtiyaç kadar bir ihtiyaçtır. İnsan iyi bir çevrede yaşadıkça haz; ondan yoksun kalınca da üzüntü duyar. Belki “çevre ihtiyacı”nı diğer ihtiyaçlardan farklı kılan şey, sağladığı haz ve elem dönemlerinin insan ömürleri ile kıyaslanabilir büyüklükte olmasıdır: İnsanlık, çevrenin aşırı derecede bozulmadığı, çevre ihtiyacını alabildiğine tatmin edebildiği haz dönemi boyunca - yani “üretim amacıyla tüketim” dönemi boyunca - sunî ve lüks olan ihtiyaçlarını tatmin edecek üretimlere yönelmiştir. Böylece, gittikçe hızlanan bir israf ve çevre sorunları neticesinde çağdaş bir ihtiyaç varlığını hissettirmeye başlamıştır. Çünkü kıtlaşan kaliteli çevre dolayısıyla insanlık çevre ihtiyacı bakımından bir tatminsizlik yani “elem dönemine” girmiştir. Bugün Türkiye’de, çevre tatmininin sonlarına yaklaşılmakla beraber henüz “haz dönemi”nde bulunulduğu içindir ki “çevre koruma Türkiye için bir lükstür” görüşü ileri sürülebilmektedir.
Bozulmamış bir çevre insanların belirli bir ihtiyacını tatmin ettiğine göre bir mal veya hizmet olarak kabul edilebilir. A. Smith’den beri çevre ihtiyacını karşılayan hava, yeşil alan, güneş ışığı gibi tabiat elemanları birer mal, fakat ne yazık ki, elde edilmeleri zahmet gerektirmediği ve ihtiyaçlara oranla bol miktarda bulundukları düşünülerek, “serbest mal” olarak nitelenmiştir. İşte çevre kirlenmesinin doğuşunda, geleceği yani zaman faktörünü hesaba katmayan bu statik varsayımın büyük rolü olmuştur. Dünyada üretim ve tüketim büyük bir hızla artarken bu ve benzeri statik varsayımlara dayalı ekonomik kararlar yüzünden, hemen bütün ülkelerde tabiat kıtlaşmaya, çevrenin kalitesi hızla bozulmaya başlamıştır. Günümüzde “artık kaliteli çevre, kıt, az bulunur ve arzı talebinden düşük olan ekonomik bir mal haline gelmiş” bulunmaktadır. Türk ekonomisinde de yıllardır bu statik varsayıma dayalı bir sanayileşme politikası izlenmektedir. Şüphesiz yakın gelecekte, tabiat elemanlarının geniş çapta, birer “ekonomik mal” yani ihtiyaçlara oranla kıt, elde edilmeleri büyük harcamalar gerektiren birer mal haline geldikleri pişmanlıkla görülecektir.
Her kıt malın bir bedeli olduğuna göre, çevrenin de bir fiyatı olması gerekir. Ancak serbest mal sayılarak özel mülkiyete konu olmayan hava, deniz, tabiî manzara gibi kaynaklara fiyat biçmek, uzun süre ciddî bir konu sayılmamıştır. Bundan başka, bir üretim faktörü olarak tabii kaynakların sosyal maliyeti ve faydası kendiliğinden diğer fiyatlara yansıtılmamıştır. Bir örnek verirsek, meselâ Türkiye’de turistik bir bölgedeki fabrikanın çevrede yarattığı rahatsızlık ile Boğaziçi’nde bir koruluğun insanlara sağladığı refah artışı fiyat olarak belirlenmemekte, dolayısıyla ekonomik kararlarda rol oynayamamaktadır. Oysa gittikçe yaygınlaşan bir görüşe göre; fiyatlar çevre kirletme maliyetlerini de içermelidir; yani, her ürün mutlaka çevreye getirdiği yükü yansıtacak şekilde fiyatlanmalıdır[3]. Pazar ekonomisine dayalı ülkelerde, çevre kirlenmesini denetlemenin en gerçekçi yolu şüphesiz, onun fiyatlar sistemine dahil edilmesi olacaktır. Çevre kirlenmesinin maliyet ve fiyatlara dahil edildiği bir sistemde, bir yandan, meselâ otomobil imalâtçılarının daha az kirleten bir motor yapmaları için teşvik unsurları sağlanmış; diğer yandan da çevre kirlenmesi yapan malların üretici ve tüketicileri bu maliyetleri yükleneceğinden, adaletli bir maliyet dağılımı gerçekleştirilmiş olur.
Bir millî ekonomide çevre sorunları ile üretim faktörleri arasında da belirli ilişkiler vardır. Kanımızca üretim faktörleri son analizde iki esas faktöre indirgenebilir ki, bunlar insan ve tabiat faktörüdür. Tüm diğer faktörler bu iki faktöre dayanılarak, tanımlanabilir. Ekonomik gelişmenin motoru sayılan sermaye faktörü bile “tabiî kaynakların bir gaye yönünde şekil ve düzen verilmiş, insan akıl ve muhakemesinin cisimleştiği bir devamından ibarettir”.
Tabiat, üretime elverişli olan toprak, deniz ve akarsular, orman, rüzgâr, güneş ışığı gibi her türlü kaynağı kapsar. Bir ülkenin tabiî kaynakları, ne kadar zengin olursa olsun, mutlaka bir sınırı olduğundan kıt bir kaynak sayılacağı açıktır. Gerçek bu olmakla beraber, ekonomi biliminde tabiat faktörü son yıllara kadar son derece ihmal edilmiş, adeta unutulmuş bir faktör durumundaydı. Ekonominin en temel varsayımlarında bile - yukarda değindiğimiz gibi - bu ihmali kolayca gözlemlemek mümkündür. Çevre sorunlarının temelinde üreten insanın tabiat faktörü karşısındaki bu geleneksel tutumu yani bazı tabiî kaynakların bol ve sınırsız olduğu; dolayısıyla serbest (bedelsiz) mallar olduğu varsayımı yatmaktadır. Ekonomi biliminin temel eksikliği tabiat faktörünü sadece miktar, kalite ve teknolojik elverişlilik yönünden kavramlaştırarak, onu özünde mevcut olan “denge” elamanından soyutlamış olmasıdır. Eğer iktisatçılar “doğal kaynaklar” kavramında “tabiî denge” unsuruna da yer vermiş olsalardı şüphesiz sanayileşen dünyamızı büyük tehlikelerle karşı karşıya bırakan çevre sorunları bu boyutlarda ortaya çıkmazdı. İktisatta “denge” kavramından soyutlanmış bir tabiat faktörü kavramı, bilimsel yönden eksikliği bir yana pratik yönden de büyük sakıncalar arz etmektedir. Bu alanda bütün iktisatçıları doğal kaynaklarla ilgili olarak yeni bir kavram oluşturma çabası beklemektedir.
Teknoloji, tabiî kaynakları insan ihtiyaçlarına en uygun şekilde kullanma usul ve sanatıdır. İnsanlığın yüzyılımızda dev boyutlara erişen çevre sorunlarıyla karşı karşıya kalmasının nedeni, ihtiyaçlarına uygun olarak bu usul ve sanatları geliştirirken, kaliteli çevrenin ihtiyaçları arasında yer almadığını varsaymış olmasıdır. Dolayısıyla, geliştirilen teknolojilerin çoğu, çevre üzerinde yıkıcı ve yok edici etkiler yaparak çevre bozulmasına yol açmıştır. Ne var ki, insanın tabiat üzerindeki her etkisi yine teknoloji sayesinde gerçekleşeceğinden, çevre koruma da yine bilimsel ve teknik ilerlemeyle, üretimde insanın çevre ihtiyacını da hesaba katan yeni teknolojiler bulunup uygulanmasıyla mümkün olacaktır.
Çevre sorunları ile insan faktörü arasındaki ilişkiler müteşebbis ve emek faktörlerinin teknolojik tutumlarına karşı tabiatın bir tepkisi olarak yorumlanabilir. Şöyle ki, çevre bozulması, bir yandan insanların beden ve ruh sağlıklarına zarar verirken, bir yandan da kıtlaşan doğal kaynaklar ekonomik faaliyet üzerinde olumsuz etkiler yapar. Bu iki grup etki ikinci bir aşamada, doğrudan doğruya emek prodüktivitesini azaltıcı sonuçlar doğurur; hattâ ülke çapında sosyal ve siyasal huzursuzluklar çıkmasına vesile olabilir.
Nihayet, açıklanması gereken bir diğer husus da çevre sorunları ile ekonomik sistem arasında bir bağlantı olup olmadığı hususudur. Kanımızca, çevre kirlenmesi bir ekonomik sistem sorunu değildir. Zira, çevre bozulması şu veya bu boyutlarda A.B.D.’nde olduğu kadar Sovyetler Birliği’nde de ortaya çıkmaktadır. Üstelik kapitalist olmayan toplumlarda çevre kirlenmesine karşı halkın herhangi bir tepki göstermesi daha zor olabilir. Buna karşılık çevre kirlenmesinde ferdiyetçi (bireyci) anlayışın büyük katkısı olduğu da bir gerçektir. Şu bakımdan ki, kapitalist toplumlarda, birçok çevre varlığı kişilerin değil toplumun malıdır. Dolayısıyla insanlar bu varlıkların kirletilmesine karşı çıkma ve korunmalarına özen gösterme zahmetine kolay kolay girmezler.
C. ÜRETİM, TÜKETİM VE ÇEVRE SORUNLARI
İktisat tarihi; çevre sorunlarının, insanın üretim ve tüketim gücündeki artışa paralel bir seyir izlediğini göstermektedir. Çevre bozulması üretim ve tüketimin bir “yan etkisi”, hattâ bir “yan ürünü”dür, denebilir. Çevre sorunları bu iki temel faaliyetle çok sıkı ilişki halinde olduğundan, millî gelirle de bağlantı halindedir. Bu bağlantı, istihdam, faaliyet hacmi, vergi, enflasyon, ödemeler dengesi gibi olgular vasıtasıyla kurulur[4]. Dolayısıyla, çevre sorunlarına ilişkin tercihlerde Gayrisafi Millî Hâsıla üzerindeki etkiler büyük önem kazanır. Ancak, bunların büyüklük ve yönünün belirlenmesi son derece güç olmaktadır[5].
Üretim ve tüketimdeki başdöndürücü gelişmenin, tabiatta kurulu dengeyi bozarak, çevre sorunları ortaya çıkarması nisbeten yeni bir olaydır. Aslında olgu eskiden de mevcut olmakla beraber, boyutça küçüklüğü kaynaklar üzerinde giderilemeyecek zararlar oluşmasını engelliyordu. Ne var ki günümüzde durum değişmiş; teknolojide ve üretimdeki başdöndürücü gelişmeler tabiat üzerinde yıkıcı ve yok edici etkiler yapmaya başlamıştır.
Bu etkiler üretim sürecinde önce, girdi tedariki sırasında kendini gösterir: Çağdaş ekonomilerde üretimi arttırmanın tek hedef haline gelmiş bulunması, üretim girdilerinin de yoğun, sürekli ve süratle teminini gerektirmekte; ancak bu sürecin yan etkileri üzerinde uzun boylu düşünülemediğinden doğal kaynaklar da aynı yoğunluk ve süratle tüketilmektedir. Türkiye’de sanayileşme ile birlikte toprağa olan büyük talep artışı neticesinde verimli tarım arazilerinin yok edilişi, bunun çarpıcı bir örneğidir. Bundan başka üretim girdisi olan bazı maddeler de doğrudan doğruya çevreye zarar verebilmektedir. Bunlar arasında, tarımda prodüktiviteyi arttırmak için kullanılan kimyasal gübreler, bitki korumada kullanılan pestisidler sayılabilir. Pestisidlerin çevre üzerinde çok olumsuz etkiler yaptığı bilinmektedir[6].
Üretim sürecinin çevre üzerindeki ikinci olumsuz etkisi çıktı aşamasında ortaya çıkar. Şöyle ki, çevre kirlenmesi aslında faydalı bir faaliyet olan üretim sırasında oluşan, ancak arzulanmayan “yan ürünler”in eseri olabilir. Bunlar her türlü işe yaramayan, istenmeyen veya atılmış olan maddeler yani “üretim artıkları”dır. Son yıllarda bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de, üretim ve tüketimdeki artışa paralel olarak “artık” üretiminde de hızlı bir büyüme gözlemleniyor.
Çevre bozulması bir ekonominin doğrudan doğruya üretim faaliyeti üzerinde bir tür “bumerang” etkisi yapabilir. Yani kısa vâdede bazı sektörlerde üretim artışları sağlanırken, uzun vâdede başka sektörlerde üretim veya prodüktivite azalmaları meydana gelebilir. Bu olgu azalan verim kanununun makro seviyede ortaya çıkışı olarak yorumlanabilir[7].
Meselâ tarım arazilerinin bozulması ve yok olması, hem üretim ve verim azalmasına, hem de insan sağlığı üzerinde olumsuz etkilere yol açar. Türkiye’de tarım arazilerinin şehirleşme ve sanayileşme maksadıyla kullanılması, ülkemizin en büyük çevre sorunlarından biri olarak kendini göstermektedir. Şehir ve sanayi artıklarının meydana getirdiği kirli sular da birikerek, toprağın kalitesini bozmakta, dolayısıyla, verim düşüklüğüne yok açabilmektedir. İlâve edelim ki bir ülkede bu neticeleri doğuran sektörler, sadece inşaat veya sanayi sektörleri değildir; bizatihi tarım faaliyeti de kendi içinde benzer etkiler yaratabilir. Meselâ tarım alanı elde etmek gayesiyle Amik Gölü kurutulunca, bölgenin iklim şartları değişerek yağışlar azalmış, çevre tarımında prodüktivite düşüşü görülmüştür[8]. Türkiye’de toprakla ilgili çevre sorunlarının bir diğeri de yanlış üretim tekniği nedeniyle ortaya çıkan erozyon sorunudur. Bu yoldan meydana gelen yıllık toprak kaybımızın yaklaşık 500 milyon ton olduğu tahmin ediliyor. Erozyona uğrayan bütün topraklarda prodüktivite belli ölçülerde azalmakta; şiddetli erozyon halinde ise, topraklar üretkenliklerini tamamıyla kaybetmektedir[9]. Erozyona uğramış topraklar turistik değerini de yitirmektedir. Ormanlarımızın aşırı kullanılması, flora ve faunanın çeşit ve sayıca azalması, üretkenliğin azalması sonucunu doğurmakta; hidrolojik düzendeki bozulmalar da tekrar erozyon sonucu toprak, yani üretim faktörü kaybına sebep olabilmektedir[10].
Nihayet, üretim faaliyetinin yarattığı çevre kirlenmesinin yine üretim üzerindeki olumsuz bir etkisi de emek faktörü vasıtasıyla oluşur. Şöyle ki, kirlenme yoluyla oluşan zararlı maddeler, insan sağlığı, dolayısıyla emek prodüktivitesi üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilir. Diğer yandan, kontrolsuz şehirleşme ve sanayileşme yalnız doğal kaynakların kirlenme ve kaybına yol açmakla kalmamakta, aynı zamanda sosyal çevrenin sessizliğini de bozmaktadır. Sürekli olarak gürültüye maruz kalınması sonucunda, iş verimliliğinin azaldığı bilinen bir gerçektir.
Çevre sorunları yalnız üretim değil, aynı zamanda tüketim faaliyetinden de kaynaklanabilir. Sanayileşme sürecinde tüketim, üretime paralel olarak onun yapısı ve karakteristiklerine benzer şekilde gelişir. Çevre bozulması açısından tüketimin birinci önemli yönü burada kendini gösterir. Şöyle ki, çağdaş ekonomik düzen “tüketim amacıyla üretim” yerine “üretim amacıyla tüketim” biçimini benimsemiştir. Başka bir deyişle, üretim, artık zorunlu ihtiyaçlar yerine, zorunlu olmayan hattâ lüks sayılabilecek ihtiyaçları tatmin gayesine yönelmiş bulunmaktadır. Bu eğilim belli bir gelişme düzeyinden sonra, kaynak israfına ve çevre kirlenmesine yol açmaktadır. Tüketim faaliyetinin çevre kirlenmesi ile ilgili olan ikinci yönü, onun, bazı türleri itibariyle “topluca” yapılan bir faaliyet olmasıdır. Öyle ki bu karakteristik, literatürde, çevre kirlenmesinin temel nedenleri arasında sayılır. Bilindiği üzere temiz hava, yeşil alan gibi çevre hizmetleri birçok kişi tarafından topluca tüketilir. Ne var ki, bu kullanımların tüketiciye düşen fiyatı belirlenemediğinden, yaratılan kirliliğin bedelini istemek de kolay olmamaktadır. Bu güçlük açıktır ki, çevre kirlenmesini sürdürücü bir rol oynayacaktır.
D. ÇEVRE SORUNLARINDA FAYDA VE MALİYET ANALİZLERİNİN ÖNEMİ
Çevre sorunlarının doğuşunda, insanların kıt kaynaklardan sağladıkları kazancı maksimumlaştırma eğiliminin de payı verdır. Bilindiği gibi, mevcut kaynaklarla tüketici faydasını, üretici ise kârını maksimumlaştırmaya çalışır. Bir malı en düşük maliyetle üreterek kârını maksimumlaştırmak isteyen üretici, oluşan üretim artıklarını önleme veya yok etmenin çevreye sağladığı faydaları hesaba katmaktan, genellikle kaçınmıştır. Bu durum başka bir yönden şöyle açıklanıyor[11]: Firma davranışının temel bir kuralı olan minimum maliyet prensibinin en ucuz üretim faktöründen daha çok kullanılmasını gerektirmesi, doğal kaynakların israfına ve sömürülmesine sebep olmuştur. Tabiata oranla nüfusun az olduğu dönemlerde, doğal kaynaklar bol ve çok defa bedava olduğundan minimum maliyet prensibi sadece en az emek kullanıldığı zaman yerine getirilmiş addedilmiştir. Başka bir deyişle emekten tasarruf düşünülürken, tabiattan tasarruf düşünülmemiştir. Nüfus az olduğu, teknoloji çok ilerlemediği sürece tabiat, bu uygulamanın yol açtığı dengesizliği giderebilmiştir. Ancak günümüzde nüfus-tabiat oranı tabiat lehine değiştiğinden, bu faktör kıt hale gelerek çevre sorunlarını da gündeme getirmiştir. Demek ki çevre sorunlarının çözümü, firmanın klasik davranışının düzeltilmesinde yani, hem özel hem de sosyal boyutları olan fayda-maliyet analizlerinde yatmaktadır.
Standart olarak her ekonomik sorun, bir faaliyetten sağlanacak net kazancı maksimumlaştıran işlem seviyesini araştırma şeklinde formüle edilebilir. Bu formül çevre kirlenmesine de aynen uygulanabilir. Şöyle ki, her karar çevre korumanın maliyeti ile faydaları arasındaki net farka göre verilmelidir.
Ekonomik yönden bir dışsallık[12] olan çevre kirlenmesinde çevreyi kirletenler bunun maliyetini, diğer ekonomik birimlere yüklerler. Çünkü çevreyi kirletmemeye karar verenin bir maliyeti göze alması gerekir. O halde kirlenmenin sürmesi çevre hizmetlerinden faydalananlara bu maliyetin aktarılması demektir. Sadece bu maliyeti fiyatlarına yansıtmamak içindir ki çevreyi kirletenler eylemlerini sürdüreceklerdir.
Demek ki, bir ülkede çevre koruma için alınan önlemler doğrudan doğruya üretim maliyetlerinin yükselmesine neden olmaktadır. Çevre kirlenmesi yapmayan üretim teknolojilerinin uygulanması, araştırma veya yeni teknoloji nedeniyle firmalara daha fazla harcama yükleyecektir. Meselâ bazı AET ülkelerinde çevre kirlenmesine karşı, piyasaya kurşunsuz yakıt sürülmesi istenmektedir. Böylece kurşunlu yakıtın yasaklanması otomobil imalâtçıları ile rafineri işletmecileri için bir intibak sorunu doğurmaktadır. Çevre koruma yönünden fayda sağlanması da kurşunsuz yakıta geçiş maliyet dağılımının bir karara bağlanmasını gerektiriyor. Kurşunun tasfiyesi başlangıçta yakıt tüketimini, dolayısıyla da petrol faturasını % 5 arttırmakta; “temiz” bir motor maliyetinin de hayli yüksek olacağı anlaşılmaktadır[13].
Gelişmekte olan ülkelerde ve bu arada Türkiye’de bu tür maliyetlerin yükü şüphesiz daha ağır hissedilecektir. Özellikle sınai ürün maliyetleri yüksek ve finansman sıkıntısı büyük olduğundan, buna ek olarak arıtım maliyetlerine katlanılması veya yerleşmiş teknolojilerden vazgeçilmesi, soruna daha büyük boyutlar kazandırabiliyor.
Çevreyi koruma için alınan önlemler gibi, zaten oluşmuş bir kirlenmenin giderilmesi de yine bir maliyet unsurudur. Meselâ Avrupa’da şu hiç önemsemediğimiz günlük ev artıklarının yok edilmesi bile, son derece pahalıya mal olan bir sorun haline gelmiş bulunuyor: Yapılan hesaplara göre, bunların yok edilmesi ton başına 25-40 A.B.D. dolarına mal olmaktadır[14]. Bunların toplanması, yeniden işlenmesi veya yok edilmesi ayrı bir harcama gerektiriyor. Türkiye’de katı artıkları toplama, taşıma ve benzeri maliyetlerin, sürekli artarak günümüzde “patlama noktası”na geldiği ifade edilmektedir. Bu miktar 1979 yılında yalnız Ankara için 850 milyon TL’nı geçmiş bulunmaktaydı[15]. Bu tür temizleme maliyetlerinin pek çok halde önleme maliyetlerinden de yüksek olduğu belirtilmektedir.
Çevre bozulmasında marjinal maliyetin, özellikle de fayda fonksiyonlarının tahmini kolay olmamaktadır. Çevre sorunlarını ortadan kaldırma maliyeti genellikle ölçülebilmekte; buna karşılık, faydası psikolojik faktörler nedeniyle kolay ölçülememektedir[16]. Öte yandan, rasyonel bir toplumun yapacağı tercih, temiz çevre ile kirli çevre arasında değil, çeşitli kirlenme düzeyleri arasında yapacağı seçim olacaktır. Çünkü kıt kaynaklardan mümkün olan en yüksek tatmini sağlama anlamına gelen rasyonel davranış, maliyete ve faydaya dayalı akılcı marjinal kararlarla gerçekleşir. Çevre korumanın sağlık, güzellik ve haz için, temiz hava ve su, yeşil alan, iyi gıda, rahat konut gibi pek çok amacı vardır. Fakat asıl sorun, bu cazip alternatiflerden hangilerine sahip olmaktan çok, hangi bileşimin en çekici olduğuna yani optimum bileşime karar vermektir. Bu optimum, makro-ekonomik sorunlarda da, meselâ sanayileşme ile çevre kirlenmesi arasında bir denge sağlanarak, aynen gözetilmek gerekir. Bu takdirde, çevreyi kirletici sonuçlar vermeyen, fakat sanayileşme hızını da düşürmeyen tercihler yapılması en ideali olacaktır.
“En iyi tercihleri nasıl yapacağız?” sorusunu ise, “fiyat mekanizması sayesinde” yanıtıyla cevaplandıracağız. Piyasa fiyatları belirli şartlar altında, optimum tercihin yapılması için gerekli tüm bilgileri sağlamaktadır. Rekabet piyasalarının iyi çalışması için de özel maliyetlerle sosyal maliyetler birbirine özdeş olmalıdır. Bir üretici çevreye artıklar atıyor ve hiç bir ödeme yapmıyorsa; ancak artıkların kirletici etkisi yoksa, bu artıkların özel ve sosyal maliyetleri özdeş ve sıfırdır. Üreticinin özel kararları sosyal açıdan da verimlidir. Aksine, artıklar başkalarını etkiliyorsa bunları oluşturmanın maliyeti sıfır değildir; özel ve sosyal maliyetler de farklıdır. Bu takdirde, kârı maksimumlaştırıcı kararlar da sosyal açıdan verimli değildir. O halde her türlü çevre kirlenmesinin temel nedeni, özel ve sosyal maliyetler arasındaki farklılıktır [17].
E. ETKİNLİK VE ÇEVRE KORUMA
Çevre koruma bir kıt kaynak alternatif kullanım alanıdır. Dolayısıyla, kaynak kullanımında etkinlik sağlandığı ölçüde refah artışına katkıda bulunacaktır.
Çevre koruma kaliteli bir çevre üretim faaliyeti olarak düşünülürse, ortada bir üretim fonksiyonu var demektir ve bunu belirleyen ilk faktör, ülkenin sosyal, kültürel ve kurumsal yapısı olacaktır. Türkiye’de çevre bozulması son yıllara kadar ciddî olarak ele alınmadığı gibi bu konuda, halkımız da yeterli ölçüde bilinçlenmiş değildir. İnsanlarımızın çevreye karşı kayıtsızlığı, çevrenin korunmasına kaynak ayrılması bakımından elverişli bir ortam oluşmasına imkân tanımamıştır. Genellikle hayat görüşümüz, dünyaya yönelme, hayat standardını yükseltme, daha iyi bir çevre isteme gibi çevre korumayı geliştirci elemanlardan önemli ölçüde yoksun bulunmaktadır. Oysa çevrenin korunmasında, elverişli bir hayat görüşü, ahlâki ve sosyal sorumluluk faktörleri, özellikle hukukî yaptırımların bulunmadığı veya tesirsiz kaldığı hallerde önemli rol oynayabiliyor.
Çevre kirlenmesi ile mücadele fikri, gelişmiş ülkelerde kamuoyunca geniş çapta benimsenmiş, bu konuda kurulan çeşitli dernek ve kurumlar, çevre kirlenmesine karşı etkin biçimde faaliyette bulunmaya ve ekolojik bir ağırlık oluşturarak, politik kararlarda rol almaya başlamışlardır. Demek ki ülkemizde de çevre korumanın başarıya ulaşmasında, halkın bilinçlenmesi, kamuoyu ve ekolojik bir ağırlık oluşturulması hayatî bir önem ifade etmektedir.
Çevre ve korumanın toplumsal bilincimizde tuttuğu yerin zayıflığını Devlet uygulamalarında da görüyoruz: Devletin, çevre korumaya inancını gösteren bir planlama, yatırım ve eğitim politikası, son yıllara kadar mevcut olmamıştır. Gerçi kalkınma planlarımızda çevre bozulmasına karşı bazı ilke ve tedbirlere yer verilmektedir; ne var ki doğal değerlerin korunması, spekülasyonların önlenmesi, millî parklar kurulması, arazi kullanımının düzenlenmesi gibi ilke ve önlemler hep birer niyet olarak kalmış; uygulamada kaynaklarımızın gerektiği ölçüde korunması neticesini vermemiştir. Bu alanda son yıllarda kaydedilen tek umutlandırıcı gelişme, 1983’de çıkarılan 2872 sayılı Çevre Kanunu’dur. Böylece Türkiye’de ilk defa çevre kirliliği kavramı kanun konusu olurken, çevre sorunlarının çözümlenmesi için yeni düzenlemeler getirilmiştir [18].
Bir ülkenin bilim, teknik ve organizasyon birikimi, kısaca “tatbiki fonu” da çevre korumanın etkinlik derecesini belirler. Çeşitli sektörlerde çevre koruma alanında yetişmiş, bilgili ve uzman elemanların azlığı, buna ayrılan tatbiki fonun yetersiz olduğunu ifade eder. Türkiye’de eğitim ve öğretimde bu alanda daha önce yapılmış ihmaller, çevre korumanın tatbikî fondan aldığı payın düşük kalması sonucunu doğurmuştur. Oysa eğitim çevre sorunlarının çözümlenmesine büyük katkılar sağlayabilir. Çevrebilim yalnız bir okul dersi olarak değil, insanların tüm hayatınca süren bir eğitim konusu olarak değerlendirilmelidir.
Çevrenin korunmasında organizasyonun da önemli fonksiyonları vardır. Bugün, bozulan çevre şartlarının bilincine varmış olan gelişmiş ülkelerde, çevre sorunlarının denetim altına alınması için gerekli olan örgütler kurulmuş bulunmaktadır. Bu örgütlerin çalışmaları, çevre sorunları ile ilgili sanayileşme, tarım, ulaştırma, enerji, tüketicinin korunması faaliyetlerini de içine alacak şekilde geniş kapsamlı tutulmaktadır[19]. Çevre sorunlarına ilişkin örgütlenme ülkemizde nispeten yenidir. Bu örgütler arasında bazı resmî kuruluşlar, TÜBİTAK, üniversitelerin çevre sorunları enstitüleri ile ilgili bölümleri ve TÇSV... sayılabilir[20].
Türkiye’de çevre korumaya yönelik sermaye stokunun kıyaslamalı büyüklüğü de incelemeye değer bir konudur. Bunun hakkında ancak dolaylı yoldan, yani çevre yatırımlarının toplam yatırımlardaki payı hesaplanarak bilgi edinilebilirse de kullanılabilecek kapsamlı ve güvenilir istatistikler mevcut değildir. Ancak, bu oranın çok düşük olduğu tahmin ediliyor[21]. Diğer ülkelerde, meselâ A.B.D.’nde sadece belediye ve sanayi kaynaklı su kirleticilerini yok etmek için, 1982 yılında toplam 320 milyar dolar yatırım gerekmekteydi ki bu tutar yıllık üretimin yüzde 30’una eşitti[22]. Aynı ülkede çevre koruma yatırımlarının GSMH’ya oranı 1971-75 döneminde yüzde 0.8 idi. Bu oran F. Almanya’da yüzde 0.8, İtalya’da 0.4, İsveç’te 0.5-0.9, Japonya’da ise yüzde 3.5-5.5 olarak gerçekleşmiştir[23]. Türkiye’de son 30 yılda süratli bir sanayileşme ve kentleşme gerçekleşirken, çevre kirlenmesine büyük ölçülerde göz yumulmuştur. Bu ihmal ülkemizde çözümü ağır yatırımlar gerektiren ciddî çevre sorunları doğurmuş olmasına rağmen, bu alana ayrılan kaynakların hâlâ çok düşük seviyelerde kalması, sorunları daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramamaktadır.
Bir ülkede kaynakların etkin kullanılması, bunların en iyi amaçlara yöneltilmesi ve israf edilmemeleri demektir. Oysa bir toplumda halkın tercihleri arasında kaliteli çevre de yer alır. Diğer yandan, çevre koruma, kaynakları israf etmemek anlamına gelir. Burada, çevre kirlenmesinin, kaynakları etkin kullanmamak demek olduğu kolaylıkla görülmektedir. Bundan başka, üretim metodlarına ilişkin tercih kararları çevre bozulması yoluyla refahı etkileyebilir. Bu kararlar kıt kaynaklardan tasarruf, israfın asgarîleştirilmesi, kuruluş yerinin iyi seçilmesi, en verimli üretim metodlarının kullanılması gibi hususları içerir; bütün bunlar da çevre sorunları ile yakından ilgilidir. Demek ki çevre sorunları ile kaynakların etkin kullanımı arasında son derece kuvvetli ilişkiler mevcuttur.
Hakikat bu olmakla beraber, Türkiye’de kaynak dağılımındaki hatalardan doğan çevre bozulmasına dair pek çok somut örnek verebiliriz. Bunlar genel hatlar itibariyle şöyle özetlenebilir:
 1950 yılından beri 12-13 milyon hektardan fazla çayır ve mer’a tarla haline getirilerek, 6 milyon hektar mer’a arazisinden ülke olarak yoksun kalınması (oysa, bir miktar yatırım göze alınarak alternatif alanlar tarıma açılmış olsaydı, muhtemelen aynı bitkisel üretim sağlanırken, mer’a arazileri de yitirilmemiş olabilirdi);
 Plansız ve dağınık bir sanayileşme nedeniyle doğal kaynakların büyük ölçüde yok edilmesi; alternatif alanlar bulunmasına rağmen, büyük şehirlerimizin yakınları ile başlıca karayollarımızın (İstanbul-Adapazarı, İskenderun-Mersin, İstanbul-Tekirdağ-Kırklareli) geçtikleri, tarım üretimi yapılan kaliteli arazilerin sanayi kuruluşları tarafından işgal edilmesi veya yerleşim alanı olarak kullanılması;
 Yanlış kuruluş yeri ve sınai yerleşme (Haliç, İzmir, İzmit Körfezi, Marmara Denizi); şehir, kıyı ve sanayi bölgelerinde irrasyonel planlama; çimento, kâğıt, nükleer enerji santrallerinin yer seçiminde yapılan hatalar.
Bütün bu örnekler kaynak dağılımında etkinlik sağlanması ile iyi kuruluş yeri tespitlerinin, çevre sorunlarının temel çözüm yollarından biri olduğunu da göstermektedir. Henüz sanayileşme yolunda olan ve çevre bozulmasının - herşeye rağmen - çok büyük boyutlara ulaşmadığı ülkemizde, çevre koruma bakımından en önemli noktalardan biri de “yeni yatırımların, büyük şehir ve yerleşim merkezlerinin dışında yapılması ve tarım ve turistik potansiyeli yüksek olan bölgelerin dışına kaydırılmasıdır”[24]. Böylece, kaynak dağılımında etkinlik prensibine uyulduğu ölçüde, çevre sorunları da kendiliğinden çözüm yoluna girmiş olacaktır.
Bir ekonomide kaynakların etkin kullanımı, en uygun üretim teknolojilerinin kullanılmasına da bağlıdır. Çevre maliyetlerini de hesaba katan bir fayda-maliyet analizi, bugünkü üretim teknolojilerinin daima en uygun teknolojiler olmadığı sonucunu verebilir. Günümüzde, tarım arazileri, orman alanları gibi çevre değerlerinin tahribinin temel bir nedeni de kullanılan yanlış üretim teknikleridir. Meselâ tarım üretiminde uygulanan yanlış metodlar erozyona, bazı sınai girdilerin tarımsal değeri yüksek topraklardan sağlanması tabiatın tahribine; tarla açmalar ve aşırı kullanımlar ormanların tahribine sebep olmaktadır. Sanayi kaynaklı kirlenmelerin büyük bir kısmı da yanlış teknoloji seçimlerinden veya “çevre” faktörü gözardı edildiği için optimum görünen teknolojilerden ileri gelmektedir.
Bununla beraber tekrar belirtelim ki, çevre sorunlarını azaltma imkânlarına yine teknoloji sayesinde, kaynakların en etkin kullanımını sağlayan teknolojiler sayesinde kavuşacağız. Başka bir deyişle tabiat-insan ilişkisinin mevcut teknoloji ile şekillendirilmiş biçimi kaçınılmaz değildir; ona yeni bir şekil verilmesi gerekir. Gelişmekte olan her ülkede ve Türkiye’de yapılacak üretimin ve seçilecek teknolojinin yapacağı bir zararın hesaba katılması, bir çevre sorunu olmaktan çok, kaynakları etkin kullanma sorunu olarak görülürse, toplum da kendiliğinden en az zarar veren teknolojileri seçme yoluna girecektir. Bunlara örnek olarak, yeni ve temiz enerji kaynaklarının kullanılmasını, ulaştırma alt sistemlerinde en az yer kaplayan sistemlerin seçilmesini, yeni teknoloji ithal edilirken çevre etkilerinin mutlaka hesaba katılmasını, arıtma ve artıkları değerlendirme teknolojilerinin yaygınlaştırılmasını sayabiliriz. Bu konuda çok önemli bir husus da şüphesiz, arazi kullanım kararlarının böyle bir bilinç ışığında alınması olacaktır. Yerleşme alanları, fabrika kuruluş yerleri, teknoloji seçimi ile ilgili tercihlerde çevre etkilerinin dikkate alınması pek çok yıkım ve tahribatı işin başında önleyebilir. Bugün sanayileşmiş dünyanın eski hâle dönebilmek için büyük kaynaklar ayırdığı birçok çevre sorununu, baş göstermeden şimdiden engelleyebiliriz. “Bütün bunlar ileri ülkelerin de başından geçmiş; biz de katlanacağız” demenin “körü körüne taklitçilik”ten başka hiçbir anlamı yoktur.
F. EKONOMİK GELİŞME VE ÇEVRE SORUNLARI
Ekonomik gelişme ile çevre sorunları arasında çok sıkı ve karşılıklı ilişkiler mevcuttur. Bu ilişkilerin birinci grubuna göre, ekonomik gelişme sebep, çevre sorunları ise neticedir. Günümüzde gittikçe artan sayıda insan, ekonomik büyümeyi dünyanın başlıca sorunlarından çevre bozulmasının temel nedeni olarak görüyor. Yeryüzünün bütün ülkelerinde ve bu arada Türkiye’de, ekonomik gelişme devam ettiği ve hızlandığı oranda çevre sorunları da artmakta ve genişlemektedir. Çünkü ekonomik gelişme öteden beri, Gayrisafi Millî Hâsıla’da yani toplam üretimde sağlanan artışla özdeş sayılmıştır. Her üretimin nihaî gayesi de tüketim olduğuna göre, bir toplum, tüketimini artırıp çeşitlendirdiği ölçüde, gelişme halinde bir toplum kabul edilmiştir. Oysa, daha önce açıkladığımız üzere, üretim ve tüketim büyüyüp süratlendiği ölçüde de çevre sorunları meydana gelmektedir. Demek ki ekonomik gelişme sürecini çevre sorunlarına bağlayan halkalar, doğrudan doğruya üretim ve tüketim olguları olmaktadır. Öte yandan, çevre sorunları doğuran üretim ve tüketim faaliyetlerinin temelinde de kaynak tahsisinde ve teknoloji kullanımında etkinlik prensiplerine gerekli önemin verilmemesi yatar. Toparlarsak, çevre sorunları ekonominin üç temel sorunundan kaynakları artırma (ekonomik gelişme) sorununa, rasyonel hesaplara dayanmayan, dolayısıyla aşırı ölçüde bir öncelik tanınmasından ileri gelmektedir.
Tarihî olayların akışına bakılınca, çevre sorunlarının şöyle oluştuğu görülür: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, tüm ülkelerin girişmiş olduğu büyük kalkınma hamleleri, iç ve dış rekabetlerin etkisiyle bir büyüme tutkusuna, her alanda bir yarış haline dönüşmüştür. Ne var ki bu tutku, en sağlam zemin olan “mevcut kaynakları en etkin biçimde ve tam kullanarak, iktisadi kaynakları artırma” zeminine oturmamıştı. Dünyada pek çok ülkeyi ve bu arada Türkiye’yi de peşinden sürükleyen başlıca sanayileşmiş ülkeler, “tüketim amacıyla üretim” yerine “üretim amacıyla tüketim” sürecini yaratmışlardı. Böylece, gerçek ve zorunlu ihtiyaçları tatmin edecek üretimler yerine etkinlik prensibinin gösterdiği istikametin tamamen aksi yönde, ülkeler ve dünya ölçeğinde gittikçe devleşen sermayeyi ve yatırımları çalışır ve prodüktif hâlde tutacak üretimler gerçekleştirmekten başka bir şey düşünülmez olmuştur. İktisadın temel prensiplerine aykırı şekilde oluşan bu gelişme süreci içinde, doğal olarak, daha önce açıkladığımız şekiller altında çevre sorunları da bütün korkunçluğu ile zuhur etmeye başlamıştır.
Bilindiği gibi ekonomik gelişme, dünyanın hemen her yerinde sanayileşme biçimini almıştır. Bu bakımdan gelişme deyince çok defa akla sanayileşme gelir. O hâlde, tarımdaki makineleşme ve modernleşme de - bu bile sanayileşmenin “koku”sunu taşıyor - bazı önemli sorunlar doğurmakla beraber, çevre bozulmasının asıl sanayileşmenin bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Yukarda üretim bahsinde, üretimle çevre sorunları arasında kurduğumuz tüm ilişkiler aynen sınai üretim için de geçerlidir. Özetlersek, çevre sorunları sınai üretimin hem “input” hem de “output” aşamalarında kendini gösterir. Öte yandan, sınai yatırım projeleri iyi değerlendirilmeyerek, kaynak kullanımı ile kuruluş yeri ve üretim teknolojisi seçiminde, çevre faktörleri ciddî şekilde hesaba katılmamaktadır. Meselâ Türkiye’de daha önce değindiğimiz gibi, birçok yerde hızla artan sınai yatırımlar, hep tarım toprakları aleyhine bir gelişme göstermiştir. Kontrolsuz bir şehirleşmeyi de beraberinde getiren hızlı sanayileşme, suyu, havayı, toprağı kirletip yeşil alanları yok ederken, aynı zamanda temel üretim unsuru olan insanın sağlığını, hayat ortamının huzurunu da bozmaktadır.
İkinci olarak, bir ülkede ortaya çıkmış ve iyice yayılmış olan çevre sorunları, bu sefer bir dizi tepkiler halinde ülkenin ekonomik gelişme süreci üzerinde olumsuz etkiler yapabiliyor. İktisadî analizlerde, ekonomik kalkınmanın temel kriterleri olarak, ekonominin toplam üretim miktarının alındığını biliyoruz. Böylece, üretim fonksiyonu analizlerin temel taşı haline gelmektedir. Bu takdirde, ülkede oluşmuş çevre bozulmasının, çeşitli elemanları ve her boyutu ile, toplumun üretim fonksiyonunu, toplam üretimini ve dolayısıyla ekonomik kalkınmasını tesir altına alacağı açıktır. Çünkü çevre bozulması üretimde kullanılan girdilerin miktar ve kaliteleri, üretim faktörlerinin verimlilikleri üzerinde çok olumsuz etkiler yapabiliyor.
Önce, tabiat faktörünü ele alalım. Bugün meselâ Türkiye’de sanayileşme, ulaşım ve yerleşme lehine, kısacası bugünkü ekonomik gelişme lehine, optimum bir bileşim düşünülmeden doğal kaynakların süratle tahribi ve yok edilmesi; yanlış kuruluş yeri, aşırı kullanım ve erozyon nedeniyle kaynakların üretim dışı kalmaları, gelecekteki toplam üretim fonksiyonumuzda bu girdilerin güçlükle temini, miktarca azalması ve kalitesizleşmesi sorunlarını doğuracaktır. İkinci olarak, sanayileşmenin bugün yarattığı çevre bozulması, bir süre sonra ekonomik gelişme üzerinde üretim fonksiyonunun diğer elemanı olan emek vasıtasıyla olumsuz etkiler yapacaktır. Daha önce değindiğimiz gibi, sanayi bölgelerimizde meydana gelen ve çevreye yayılan zararlı maddeler, bugün ve gelecekte insanlarımızın sağlığı üzerinde, dolayısıyla üretim gücü üzerinde menfi sonuçlar doğuracak boyutlara ulaşabilir. Çeşitli şekillerde oluşan ve insan kitlelerini etkisi altına alan katı ve sıvı sınai artıklar, kömür ve benzeri maddelerin oluşturduğu zararlı gazların insan sağlığı için büyük tehlikeler arzettiği bilinmektedir. Bir ülkenin toplam üretim fonksiyonunun iki ana faktörünü oluşturan tabiat ve insan faktörleri üzerindeki bu olumsuz etkilerin önlenmesi veya giderilmesi de zaten kısıtlı olan tasarrufların gittikçe artan boyutlarda bir yandan sağlık, diğer yandan çevre yatırımlarına ayrılmasını gerektirecektir. Bugünkü yanlış tercihlerimizin sebep olduğu bu gelişmeler, gelecekteki toplam üretim fonksiyonumuzu belirleyerek, ekonomik büyümemizi aksatacak ve sınırlayacaktır. Şu bakımdan ki, ekonominin diğer sektörlerindeki yatırımların finansmanı sağlık ve çevre yatırımlarının büyüklüğü ölçüsünde güçleşecek; dolayısıyla, bir yandan sektörel büyüme hızlarında yavaşlamalar, bir yandan da üretim maliyetlerindeki yükselme nedeniyle ülkenin rekabet gücünde gerileme meydana gelebilecektir.
Yukarda yaptığımız açıklamalar gösteriyor ki, klasik iktisadın refah anlayışına dayanan bir ekonomik gelişme, daima çevre sorunları ile atbaşı gitmekte; herkesin iyimser olduğu bir ilk aşamada bu süreç alabildiğine çevre bozulması yaratmakta ve buna göz yumulmakta; problemin bütün ciddiyeti ile hissedildiği ikinci aşamada ise, bizatihi çevre sorunları ekonomik gelişme sürecine sanki bir “boyunduruk” vurarak, önünde duvarlar örmektedir. O zaman akla “çevre koruma ile kalkınma arasında bir çelişki mi var?” sorusu gelecektir. Bu sorunun cevabı tamamıyla, toplumların iktisadî refahtan ve gelişmeden ne anladıklarına bağlı bulunmaktadır. Bir yazarın ifade ettiği gibi, eğer kalkınma kavramından geçen dönemlerin tüketim kalıplarına göre bolluk içinde yaşayan toplumlardan biri olmayı kastediyorsak, şüphesiz çevre ile kalkınma arasında bir çelişki vardır[25]. Buna karşılık, - yukarda açıkladığımız - “çağdaş” tüketim kalıpları tartışma konusu yapılır, sadece “klasik” anlamda bolluğun kalkınma demek olmadığını kabul edersek arada bir çelişki bulunmadığı sonucuna kolaylıkla varabiliriz. Ne var ki günümüzde, az gelişmiş ülkeler ve bu arada Türkiye, bu sonuncu anlayışa pek yakınlık göstermeyi istemiyorlar. Kendilerine Batı toplumlarını örnek alan bu ülkeler, yüksek tüketimli bir topluma geçişin yan etkilerine ilişkin olarak yine Batı’da oluşan kaygıları pek önemsememektedir. Bunun sebebi, ekonomik büyümeyi bir zorunluluk olarak gören bu ülkeler, kendileri ile gelişmiş ülkeler arasındaki gelişmişlik “uçurum”unu kapatmaya çalışıyorlar. Bu hedefe doğru yol almaya çalışırken, çevre koruma amacıyla yapacakları yatırımlarla arıtma teknolojilerinin gerektirdiği harcamaların, üretim maliyetlerini yükselterek, gelişme hızlarını yavaşlatacağından endişe ediyorlar. Oysa az önce belirttiğimiz gibi, bugünkü büyüme hızımız düşmesin diye göz yumduğumuz çevre sorunları, gelecek yıllarda büyüme hızımızı yine sınırlayabilir ve hedefe yol alışımız yine yavaşlayabilir. “Büyümenin sınırları” diye adlandırılan bu süreç, 1976’da yapılan Roma Kulübü toplantısında dile getirilmiş ve bütün dünyanın dikkati bu konuya çekilmiştir.
Çevre sorunlarına, daha önce belirttiğimiz statik varsayımları aşarak, doğrudan doğruya kaynakların etkin kullanımı ile ilgili bir sorun olarak baktığımız zaman, çevre koruma ile ekonomik gelişme arasında görünürde mevcut olan çelişkiyi ortadan kaldırabilir ve hedefe doğru daha sağlam adımlarla ilerleyebiliriz. Şöyle ki, asıl hedef, daha geniş bir zaman perspektifi içinde, ekonomik gelişme ile çevre koruma arasında bir denge gözetilmesi olmalıdır. Bu takdirde sorun yine bir fayda-maliyet analizine dönüşecek ve en ideal tercih, çevre bozucu tesirleri minimum olan, buna karşılık mümkün olan en yüksek büyüme hızını sağlayan bir gelişme politikası lehinde oluşacaktır.
G. SONUÇ
Türkiye’de çevre sorunlarının önemi, ne halkımız, ne bilimsel ve teknik çevreler, ne de Devlet tarafından yeteri kadar anlaşılmış değildir. Bu sorunların iyi anlaşılması, disiplinlerarası çalışmalar gerektirdiği için, başta iktisatçılar olmak üzere, bilim adamlarının konuya yönelmeleri ve canla başla sahip çıkmaları; bunların ortak çalışmalar yapabilmeleri için de resmî ve gönüllü kuruluşların gerekli ortam ve imkânları hazırlamaları icap eder.
Ülkemizde yakın gelecekte, yatırımlar hızlandıkça yeni çevre sorunları, hem de boyutları genişleyerek, ortaya çıkmaya başlayacaktır. Bunları önleyici tedbirler özellikle proje safhasında şimdiden alınmazsa, - hattâ bununla da yetinmeyerek konulan yaptırımlar işletme döneminde de sıkı şekilde takip edilmezse - ileride çözümlenmesi çok zor olan problemlerle karşı karşıya kalınabilir. Alınacak her önlemin, geniş perspektifli ve çok yönlü, özel faydanın yanısıra sosyal faydayı da hesaba katan proje değerlendirme yöntemlerinin ciddiyetle uygulanması halinde bir anlam ifade edeceği açıktır.
Eğer sorunlara rasyonel bir toplum olarak yaklaşmak istiyorsak, yapacağımız tercihin, temiz çevre ile kirli çevre arasında değil, çeşitli kirlenme düzeyleri arasından yapılacak bir seçim olduğunu bilmeliyiz. Başka bir deyişle nihai hedef, mümkün olduğu kadar az çevre sorunu doğuran, fakat ekonomik faaliyet sürecini de sınırlandırmayan bir bileşim bulmak olacaktır.
Öte yandan, çevre sorunlarının önlenmesinde en tesirli çözümün, iyi işleyen bir fiyat mekanizması sayesinde gerçekleşeceğini unutmamak gerekir. Çevre kirlenmesini denetlemenin en gerçekçi yolu, onun, fiyat sistemine dahil edilmesidir. Ülkemizde böyle bir sistemi tesis edebildiğimiz takdirde hem daha az kirleten teknolojiler için teşvik unsurları hem de çevre kirletme maliyetleri bakımından adaletli bir maliyet dağılımı gerçekleştirmiş oluruz.
Bilim, teknik ve organizasyon yönünden bugüne kadar yapılmış ihmallerin olumsuz sonuçlarının telâfisi için, başta Devlet ve eğitim kurumlarımız olmak üzere, çevreye yönelik “tatbikî fon”un genişletilmesi çabaları hızlandırılmalı; toplam yatırımlar içinde çevre yatırımlarının payı süratle yükseltilmeye çalışılmalıdır. Çevre sorunlarının, her şeyden önce etkin kaynak kullanımı eksikliğinden ileri geldiğini vurgulamak, sorunun insanlarımız ve Devletimiz tarafından benimsenmesini büyük ölçüde kolaylaştıracaktır.
Kararlar kısa vâdeli alındığı sürece, çevre koruma yatırımlarının bugünkü gelişme hızımızı yavaşlatacağı kaygısından asla kurtulamayız. Oysa, çevre koruma konusunda yapacağımız her ihmal de gelecekteki gelişme hızımızı yavaşlatabilir. Demek ki sorun, bu iki uç arasında tam ortada olan bir tercihi yapabilme sorunudur. Bu da, bir yandan en az çevre sorunları yaratırken, diğer yandan da optimum bir büyüme hızı gerçekleştiren yeni bir gelişme stratejisi ile sağlanabilir.

Doç. Dr. Cihan Dura
Erciyes Üniversitesi
İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi













ÇEVRE VE DAVRANIŞ BİLİMLERİ İLİŞKİSİ

ÇEVRE VE DAVRANIŞ BİLİMLERİ İLİŞKİSİNİN
TARİHİ GELİŞİMİ

İnsan ve çevre ilişkisi çeşitli yönleri ile yüzyıllardır araştırmacıların ilgisini çekmiştir.
Yakın yıllara kadar biyolojiyi temel alan ekoloji, 1970'den bu yana çevre sorunlarının genişlemesi ile insan-doğa ilişkilerini de içermeye başladı.
Temel ve uygulamalı bilim alanları ile sosyal bilim alanlarının entegre edilmesi, çevre bilimleri alanını çok zenginleştirmektedir.
Davranış bilimleri açısından alana girmek psikolojinin temel bilimsel yaklaşımına yeni boyutların kazandırılması ile olmuştur.
Psikoloji belirli klinik ve deneysel şartlarda davranışların ne olacağını irdeler, ancak bu davranışların ve diğer şartların laboratuarlar ve klinikler dışındaki dağılımını açıklamaya yönelmezdi. Bu sebeple, ilk psikologlar deney bilimle sınırlı olarak laboratuarlarda çalışan deneycilerdi. Deneysel bir bilim olan psikolojide esasen tanımlayıcı, doğal, ekolojik araştırmaların yeri yoktu. Ancak, sosyal psikolojinin deneysel modellerle laboratuarda sınanmasından sosyal alanlara doğru genişlemesi beraberinde çevre psikolojisi çalışmalarını getirmiştir.
Daha sonra çağın ve toplumların ihtiyaçları doğrultusunda değişim ve gelişime paralel olarak ortaya çıkan sorunlarla alanın genişlediği görülmektedir. Hem doğal hem de yapay çevre araştırma alanına girmiş, fizik, biyolojik ve sosyal özellikler etkileşen değişkenler olarak incelenmiştir.
Sosyal çevre ile birey arasındaki ilişkileri sağlık açısından araştıran davranış bilimciler bu alandaki ilk çalışmalarını "Sağlığı Etkileyen Psiko-Sosyal Etkenler" olarak adlandırmışlardır.
Bu bilim 1960-70'lerde psikososyal etkenler başlığı altında birçok yönden gelişme gösterdi. Ev ortamı ve sosyal ortamlarda mahremiyet, kalabalık ve sahiplik gibi konularda araştırmalar yapıldı.
1968'de Proshansky ve Ittelson çevre psikolojisi alanındaki ilk akademik doktora programını New York City University'de başlattılar.
1970'li yıllardan sonra da çok yaygın bir şekilde şehirleşmede ve çevrenin tahribindeki artışa bağlı olarak yeni gelişmeler oluştu. İlk olarak 1973'te bu çalışmalar Annual Review of Psychology'de "Çevre Psikolojisi" (Environmental Psychology) olarak adlandırıldı.
Ekolojik psikoloji hem psikolojik çevre (kişinin kendi algıladığı dünyası ve etkileşimi, Kurt Lewin'in yaşam-alanı) hem de ekolojik çevre (davranışın objektif, algı-öncesi durumu, gerçek yaşam) ile ilgilenmektedir.










ÇEVRE VE RUH SAĞLIĞI

İnsan çevresiyle bir bütün oluşturuyor. Bir yandan kendi biyolojik-ruhsal-toplumsal düzlemlerin dinamik bütünü olan insan, bir yandan da fizik-biyolojik-toplumsal-kültürel çevresiyle dinamik bir etkileşim içinde. Bu hem kesitsel, hem de evrimsel süreç bağlamında böyle...
Kuramsal düzlemde insan-çevre ilişkilerini böylesi bütüncül bir insan-toplum-doğa kavrayışıyla değerlendirmenin kaçınılmazlığı ortada iken, yaşanan gerçeklik “benim dünyam param parça” dedirtiyor insana...
2000 yılına doğru, çevre-insan ilişkileri bağlamında günümüz dünyası kendini çözülmesi zor, ancak gerekli bazı temel bunalımlar içinde bulmaktadır. Bunları, insanın kendisini hesaba katmayan teknolojik, örgütsel ve siyasal düzlemlerin boğuculuğu insan yaşamını besleyen canlı çevrenin hızla çöküşü, çoğuna büyük ölçüde ulaşılmış yenilenemez enerji kaynaklarının tükenmek üzere oluşu biçiminde özetleyebiliriz.
İnsanın çevresiyle bütünlüğünü hiçe sayan gelişmeler sonucunda, “doğayı egemenlik altına alma” adına, insanlık tarihinde, belki de, ilk kez böylesine bir anonimleşme, toplumsal atomlaşma ve ruhsal yalnızlaşma düzeyine varılmıştır. Günümüzde, bu bunalımların ağırlıklı olarak yaşandığı Batı ülkelerinde, hepsinin de ortak çıkış noktası doğal dengenin bozulması olan, çeşitli çevreci akımlar gelişmektedir. Ilımlı-resmî çevreci yaklaşımlardan, çevre sorunlarına ‘ekolojik’ bakış açısını mevcut toplumsal kurumları ve yaşama tarzını eleştirmeye dek genişleten daha radikal eğilimli yaklaşımlara, siyasal düşünürlere, aydınlara dek...
Sağlık, değişen, kuşkusuz belli sınırlar içinde değişen bir ortama uyum yapma, büyüme, yaşlanma, hastalanınca iyileşme, çocuk yetiştirme, acı çekme, ölüm gerçeğinin yarattığı varoluşsal bunaltıya rağmen yaşama kapasitesidir. Amaçlarında ve örgütlenmesinde insanca yaşama yabancılaşmış sağlıksız bir toplumda sağlıklı kalmak, ancak bütüncül bir çevre anlayışı ve çevreyi korumak, sağlıklı kılmak üzere etkin bir mücadele ile olanaklıdır. Böylesi bir mücadele sürecinde, sağlık, sunulmuş bir veri olmaktan çıkarak kazanılması gereken toplumsal-siyasal bir hakka dönüşmektedir.
Tıbbın toplumsal sorumluluğu çevreci ve toplumcu bir sağlık anlayışını gerekli kılmaktadır. Ağırlık ve öncelik tedavi edici hekimlikten toplum hekimliğine kaydırıldığında, sağlık olgusunun bir çevre sorunu olduğu da, kabul edilmiş olacaktır. Böylelikle de, tıp kendi amaçlarına yabancılaşmış uygulamalardan kurtulabilecektir. Ancak, ekolojik anlayışın bir toplumda etkin ve yaygın olabilmesi için bireylerin, sağlıklı bir çevrede yaşamanın devredilemez, vazgeçilemez temel yurttaşlık hakkı ve görevi olduğunu anlamaları gerekir.
Diğer yandan, ruh hekimi olarak, insanda ruh sağlığı ve bozukluklarının değerlendirilmesi sürecinde kültürel-toplumsal çevrenin sürekli gözönünde tutulması gerektiğini, insan-doğa ilişkilerinde, hangi alanda olursa olsun, gerçekçi yaklaşımın merkezinde çevre kavramı ve anlayışının bulunduğunu belirtmeliyiz. Bu bağlamda, giderek yaygınlaştığı bilinen depresyon olgusuna çevreci anlayışı uygulayarak bakmak ilgi çekici olacaktır.
Bugün, depresyon türündeki rahatsızlıklar en sık görülen psikiyatrik bozukluklardır. Bu konudaki çalışmalar gözden geçirildiğinde, yetişkin kişilerin % 17-20’sinin yaşamları boyunca tedaviyi gerektirecek düzeyde depresyon geçirdikleri ve depresyonluların da % 15’inin intihar sonucu öldükleri anlaşılmaktadır.
Türkiye’de de benzer bir durum sözkonusudur: Dr. Güleç 1981 yılında, Ankara ili ve köylerinde ve 18-65 yaş grubunda yaptığı alan taramasında, kırsal bölgede, % 10 dolayında tedaviyi gerektirecek şiddette depresyon olgusunun var olduğunu saptamıştır. 40-65 yaş grubunda, özellikle kadınlarda bu oran % 13’e çıkmaktadır. Aynı yöntem ve aynı tanı aracı ile, Dr. Küey’in 1985 yılında İzmir ilinde yarı-kentsel bölgede yaptığı taramada da depresyon görülme sıklığının % 15’e yaklaştığı saptanmıştır.
Bu bulgular ülkemizde de, depresyonun ciddî bir sağlık sorunu olduğunu göstermektedir. Ayrıca, kırsal alandan kentlere gidildikçe ruhsal çökkünlüklerin daha çok görülmekte olduğu da söylenebilir. Bu denli yaygın bir ruhsal rahatsızlığın kültürel-toplumsal çevre koşulları ve buna bağlı yaşama tarzı ile ne denli sıkı bir ilişki içinde olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Depresyona ilişkin böylesi bir yorumla, Rene Dubois, Rene Dumont, Marstan Bates ve Ivan Illich gibi ekolojik anlayışa sahip tarihçi, biyolog, antropolog ve sosyologların görüşleri ışığında şu sonuca varabiliriz: İnsanoğlu, kendine özel etkinlikleri gereğince, çevresi ile uyumluluk içinde varoluşunu koruyabildiği ve çevresini etkileyebildiği ölçüde yaşayan canlı bir bütün, bir birim, bir bireydir.
İleri sanayileşmiş Batılı tüketim toplumlarında ve giderek ülkemizin özellikle metropol kentlerinde de birey, günlük yaşantısını geçirdiği çevrenin doğallığını yitirmesi ve kısıtlılığı sonucu, insanî işlevlerinden yalıtılmış ve kendine yabancılaşmış olarak yaşamak durumundadır. Artık Batılı insan, kendini eyleminden sorumlu ve özgür bir “özne” olarak algılamak yerine, bir “şey” ya da “nesne” olarak görmektedir.
Genelde, çevre sorunlarının çözümünde ise, ekolojik anlayışın ve çevre bilincinin yaygınlaşması, güçlenmesi kaçınılmazdır. Yaşadığı biyolojik-kültürel-toplumsal çevreden kendilerini sorumlu tutan, bu konudaki egemenlik haklarını herhangi merkezî bir kuruma devretmeden kendisi üstlenen, “çevre” gerçeğine duyarlı kitleler sorunları çözmede temel etken olacaktır.

Doç. Dr. Cengiz Güleç







ÇEVRE VE KENTLEŞME ( EKOKENTLER )

Biliyorsunuz, insanoğlu, birçok evrim yaparak bugünkü yaşam biçimine ulaşmıştır. İlkel çağlarda, geçimini, yaşamını, varlığını, yalnızca “toplama” eylemiyle sürdürebiliyormuş. Diğer bir deyişle, mağaralarda, çeşitli doğal barınaklarda yaşayan insanlar, çevrede buldukları meyveler, çeşitli bitkileri toplamak ve onları tüketmek suretiyle yaşamlarını sürdüregelmişler.
Daha sonra, insan, bizim bugün silah olarak adlandırdığımız ekipmanı, keşfederek “avlanmayı” öğrenmiş, sadece yerde bulduğu bitkileri ve meyveleri toplamak değil, bu kere, birtakım varlıkları avlayarak, onları tüketmeye başlamış.
Nihayet, insanoğlu, bu evrimi de aşarak, üçüncü dönemde, “ehlileştirme” evrimini gündeme getirmiş avladığı, yakaladığı hayvanları sadece kesip yemek değil, onların bir kısmını da eğiterek ehlileştirmek ve onlardan o şekilde de faydalanmak imkanını keşfetmiş. İşte, tavuğun yumurtasından, ineğin sütünden faydalanarak, yaşamını daha da zengin hale getirmiştir.
Dikkat ederseniz, bu üç zamanda, insanoğlu hep göçebe olmuştur. Mevsim şartlarına, doğa şartlarına göre oradan oraya zaman içinde yer değiştiregelmiş. İşte, ne zaman ki insan ekip biçmeyi öğrenmiş; diğer bir deyişle ‘tarım’ evrimine girmiş, o zaman da ilk yerleşmeler, işte köyler, kasabalar, şehirler olarak bildiğimiz ilk yerleşmeler de gündeme gelmiş. Tarım ile insan, yöresine bağlanmış; çünkü, ektiği, biçtiği tarla yer değiştiremeyeceğine göre, tarımla beraber, insan artık çeşitli ölçeklerde yerleşmeler kurmuş ve kalıcı yaşam tarzına geçmiş.
Bundan sonra, ‘sanayii’ görüyoruz. İnsan, makinayı keşfederek, fabrikalar kurarak, sanayii işlevine girmiş. Sanayi devrimiyle beraber, fabrikaların bulunduğu şehirlere de, göçler, akımlar ve insanların belli noktalarda yoğunlaşma durumu başlamış.
Bugünkü çağımız, biliyorsunuz, ‘bilgi ve iletişim’ çağı. Bugün, bilgisayar ve iletişim teknolojileri, insanoğlunu yeni bir çağa getirmiştir. Ancak dikkat edilecek olursa, bu bilim ve teknoloji alanındaki büyük atılım, kentlerde büyük yoğunlaşmayı da beraberinde getirmiş.
Ben, konuma bu noktadan girmek istiyorum. Bugün, dünyamıza genel olarak baktığımızda, esasen, pek iç açıcı olmayan bir tabloyu görüyoruz. Birleşmiş Milletler’in verdiği rakamlara göre, bugün, insanların 600 milyonunun sağlık ve hatta yaşamı tehdit eden koşullarda yaşadığını tespit ediyoruz. Diğer bir istatistiğe göre, dünya üzerinde 400 milyon insan, atıksu kanalı olmayan yerleşimlerde hayatlarını sürdürmekteler. Yine bu tablolara devam edecek olursam, verilere göre, dünya üzerinde 300 milyon insanın da, çok ciddi ölçüde yoksul olduğunu, fakir olduğunu biliyoruz. Bu kötümser tabloyu, 250 milyon insanın da sağlıklı su bulamadığı istatistiğiyle devam ettiriyoruz; Bu tabloya, bir de 50 milyon göçmeni katmak istiyorum. Gerçekten de, bugün çeşitli, siyasi, ekonomik, etnik baskı ve gerilimler altında, 50 milyon insan isteği dışında yer değiştirmek zorunda. Diğer bir deyişle, yurdunu, yuvasını, tarlasını bırakıp, başka diyarlara göç etmek durumunda.
Sevgili dostlarım, bir de bunlara, evsizleri ilave etmek istiyorum. Birkaç milyon insanın da hiç evi yok; evi bırakın, yatacak yeri yok. Düşünebiliyor musunuz ki, bir insan, akşam gidip yatacağı bir odaya sahip olmasın. Bu korkunç, ve ciddi bir ayıp. Bugünkü, medeniyet ve teknoloji seviyelerine ulaşmış dünya üzerinde, böyle milyonlarca adetle anılan, bu şekilde insanın olabilmesi, bence insanlığın yüzkarasıdır.
Belki konuya, kötümser bir yaklaşım içinde, kötü tablolar vererek başladım. Sorunu iyi bitirmeyi, sizlere daha iyimser tablolar çizmeyi ümit ediyorum.
Çağımızın vurgusunu oluşturan iki temel olay var: Bir tanesi teknoloji alanındaki çok ciddi gelişme; İkincisi de, kentlere olan aşırı göç. Birleşmiş Milletler teşkilatının kurulduğu elli yıl evvelki, rakamları size aynen vereyim. Dünya üzerinde, nüfusun yüzde 85’i kırsal alanlarda, köylerde, kasabalarda yaşıyor; yüzde 15’i de, şehir dediğimiz yerleşim ünitelerinde yaşıyor.
Bugün baktığımız zaman, bu oran, kentlere doğru korkutucu bir boyutta değişiyor ve nitekim, 2000 yılında kırsal nüfusun yüzde 85’ten, yüzde 53’e düştüğü ve düşeceği ve kentlerde de, dünya nüfusunun yüzde 47’sinin barınacağı belirlenmiş durumda. Ayrıca, dünya üzerinde, bu yüzde 47’lik nüfus, içlerinde İstanbul’un da bulunduğu 20 büyük megakente toplanacak. Diğer bir deyişle, 20 tane Paris’te dünya nüfusunun yarısı yaşamaya başlayacak. İşte bu bağlamda, bu sene Haziran ayında, ülkemizde, HABİTAT II toplantısı gerçekleşti ve orada, insanoğlunun yaşam biçimi, bilhassa bizden sonraki kuşakların, çocuk ve torunlarımızın yaşam tarzları tartışılıp, planlanıp, tasarlandı. Bundan böyle, insanın evi, sokağı, mahallesi nasıl olmalı? Bugüne kadar gelmiş kurgular, biçimler aynen korunarak iyileştirilmeli mi, yoksa, daha radikal değişimlere mi gidilmeli?
Birçok bilim adamına göre, ‘ekolojik denge’ diye adlandırdığımız, insanlarla, doğa ve bitkiler ve hayvan türleri arasındaki denge giderek bozulmakta. Atmosferde ozon tabakası delindi, güneşin istenmeyen ışınları yeryüzüne saplanıyor, insanlar cilt kanseri olma riskiyle, daha ciddi boyutlarda karşı karşıya. İnsanla çevre arasındaki dengesizlik, dengenin çevrenin aleyhine bozulması, daha birçok başka olumsuz tabloları da önümüze getiriyor.
Biliyorsunuz, ormanlar, doğada, denge kuran olgulardır. Ama yine bize gelen tespitlere göre, bilhassa, bu son zamanlarda çağdaş dünyada ortaya çıkan hızlı yemek, ‘fast food’ zincirlerine et yetiştirebilmek için, hayvan beslemek üzere, ortaklar açmak bunlara, her yıl ülkemizin Ege ve Marmara bölgelerini toplamı kadar orman kesilmekte. Diğer bir deyişle, dünyamız ormansızlaşmakta. Buna ilaveten, atmosferik zehirlenme, süratle kendini göstermekte, Son elli yılda-düşünün ki dünyanın mazisi binlerce yılla ifade ediliyor-atmosferdeki zehir olan karbondioksit yüzde 25 oranında artmış durumda. Su durumuna baktığımız zaman, Afrika’da, içilebilir su yüzde 35 oranına düşmüş durumda. Orta Amerika’da dahi bu yüzde 65’lerde kalıyor. Bir de çöp sorunu var, atıklar... Çöp de, işte gelişen teknoloji ve onun getirdiği yan etkiler çerçevesinde, ciddi sorun haline gelmiş durumda. Bakıyoruz, gemi getiriyor atığını, Karadeniz’e boşaltıyor, Boğaz’dan geçerken boşaltıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde, kentsel katı artık, yani mutfağımızdan çıkan o naylon torbalara sardığımız atık, kişi başına, yılda 1 tonu bulmuş durumda.
Aziz dostlarım, Birleşmiş Milletlerin, görevlerinden bir tanesi olan, insana, insanoğluna sağlıklı, hijyenik, refah içinde barınak sağlama görevini hiçbir şekilde yerine getiremediği tam tersine, giderek insanın yaşam koşullarının bozulduğu sabit olmuştur.
Çevre, bize göre sadece yeşil değil; insanı çevreleyen, bizim organizmamız dışında, ama bize etki yapan her şeydir. Çevreyi iki ana bileşene ayırıyoruz: Sosyal çevrem, ben ve siz, fiziksel çevrem, ben ve bu mekan; tavan, duvarlar, döşeme ve bunun renkleri. İşte konumuz, fiziksel çevreyi insana yaraşır biçimde olgunlaştırmak, güzelleştirmek konforlu kılmaktır.
Çevre deyince, çevrenin ölçeğini, ünitesini de ortaya koymak istiyorum. Ünlü Yunanlı Şehirci Doksiyadis, bir skala yapmış. Buna göre en küçük fiziksel çevre ünitesi, içinde yaşadığımız kendi odamız. Bunu, nüfusa ve alana göre büyülterek, işte köyler, kasabalar, şehirler ve son zamanlarda hiç ağızlardan düşmeyen metropolisler, megapolisler ve nüfusu 30 milyonu aşmış, kıtasal ölçekli şehirleşmeye ad veren ve bu skalanın en üst ünitesi olan ekomenopolis dediğimiz çevrelerin artık insanoğluna rahat, refah getirmesini mümkün olmadığı belirgin olmuştur. Yeni çevre tarzları, yeni şehir kurgularının ortaya konması gerektiği, artık biz ve arkadaşlarımızca kabul edilen bir keyfiyettir.
Peki bu yeni şehirler nasıl olacak; sokağımız olmayacak mı, mahallemiz olmayacak mı; bir camisi, bir okulu olmayacak mı; Ben, ku kısa mesajımda, yeni şehir biçimini veya kurgusunu özetlemek istiyorum.
Yeni şehirler; biz bunlara ‘ekopolis’ adını veriyoruz. Eko, ekolojiden geliyor; polis, şehir anlamında kullanılıyor. Ekopolisin birtakım özellikleri var. Bir defa, gelecek nesillerin kaynaklarını, bugünden tüketmeyen şehirler. İstanbul’u ele alalım, torunlarımızın suyunu şimdiden kullanıyoruz. Istranca Dağları’ndan, Melen’den İstanbul’a su vermek durumunda kaldık. Bizden üç dört kuşak sonraki İstanbulluların kaynaklarını bugün tüketiyoruz. İşte, ekopolis buna imkan vermeyecek, o günün gereksinmesi o günkü kaynaklarla karşılanacak ve yarın kaynağına müracaat edilmeyecektir.
Ekopolislerde bir kirlenme yoktur. Duman yok, artık yok, çöp yok. Tüm malzeme, tüm maddeler yenilebiliyor. İşte ekopolisler, zamanımızın tüm teknolojik ve bilimsel imkanlarını kullanmakla beraber, doğa ile karışık olacak ve doğa içinde konuşlanacaktır.
Bu yeni şehirlerin nasıl göründüğünü merak ediyorsunuzdur. Bu konuda, çalışmalar, özelikle Japonya’da, Malezya’da yapılmakta ve biz de zaman zaman bu çalışmalara katılmaktayız. Yakında tasarılar dünya kamuoyuna açıklanacaktır.
İşte sevgili arkadaşlarım, bugün yaşadığımız büyük şehirlere aşırı göç ve onun getirdiği aşırı rantlar, trafik ulaşım sorunları, etnik gerilimler, büyük şehirlerde pahalılık, her türlü kirlenme-atmosferik kirlenme, su kirlenmesi, görsel kirlenme bu ve buna benzer olgulara son vermek için, bugün, biz ve bizim arkadaşlarımızın önerdiği, artık hiçbir şekilde büyük şehirler büyümesin, onun yerine, yeni strateji ve kurgularla, bilim ve teknolojinin en uç imkanların da kullanarak, ama, diğer taraftan, doğaya, kültürel varlıklara zarar vermeden, onlardan da en güzel şekilde faydalanarak, işte ormanın ortasına, temiz havanın içine, yeni kurguda, yeni anlayışta şehirler kurabilmek.
Siyasi Partiler, siyasi faaliyetler, hükümetler niçin; hepsinin amacı, insana, sağlıklı, refahlı bir çevre sağlamaktır. Güzel bir evimiz olsun, çocuklarımızın güzel bir evi olsun, çalışma yerimiz güzel, nezih olsun, eğlence yerimiz, rekreasyon yerlerimiz güzel olsun, bir de sağlığımız yerinde olsun, insanın başka ne amacı var. O bakımdan, her gün, her anımızı içinde geçirdiğimiz, yatak odamızdan çalışma odamıza, çalışma odamızdan yazlık evimize, yazlık evimizden dinlenme yerlerine, otellere, binalara, binaların etrafındaki mahallelere ve nihayet onların birleşiminden oluşan şehirlere diğer bir deyişle, doğal, mimari ve kentsel çevremize çok ciddi bir şekilde eğilmeliyiz.
Burada, şehirlerimize, yörelerimize şekil veren belediye başkanlarımız var, karar vericiler var. İşte, hep beraber çalışarak, ülkemize yeni boyutlar getirmek üzere, bizim evimiz ve hepimizin evi olan ülkemiz, bu olguları olgunlaştırmak zorundayız. İnsana, sağlıklı, refahlı güzel evler, mahalleler, sokaklar, işyerleri vermek zorundayız.
Başta belirttiğim gibi, teknolojik gelişmenin bu noktalara geldiği, bir düğmeyle dünyanın öbür ucuna bağlanıp ayrıldığımız günlerde, sokaklarda yatan evsiz insanların, gidecek yeri olmayan, karton kutulardan yatak yapıp, yerin altındaki kanalların sıcaklığından faydalanıp mazgallar üstüne o kartonları koyup gecelerini geçiren insanların bulunması, çağımızın en büyük ayıbıdır.
Aziz dostlarım, bir ülkedeki siyasi, ekonomik, kültürel istikrarsızlık, nasıl bir karaciğer hastalığı cildimizde yaralar açıyorsa aynı şekilde şehirlerin, yerleşmelerin görüntüsüne aksetmektedir. Siyasi çarpık yapılaşma, politik, kültürel, ekonomik hayatımızdaki istikrarsızlığın yansımasıdır. Bunun en acı tarafı da, bu yaraların sarılması mümkün değildir. Bu yerleşmelerin yıkılıp, yok edilip yerine daha güzellerinin yapılması çok zordur.
O bakımdan, çevre ve kentleşme konusu, bütün dünyayı ilgilendiren çok ciddi bir boyuttur. Bugün, belediyelerimiz, ancak günü kurtarma çabası içindedirler. Bu çaba içinde, hiçbir arkadaşımız ileriki dönemlere kafa yoramamaktadır, vakti yoktur. O gün, o çöpü nasıl alabilirim diye, o günü düşünebilmektedir.
Aklımızdan hiç çıkarmayalım, şehirlerin görüntüsü, o ülkenin ulaştığı medeniyet çizgisinin göstergesidir.

Prof.Dr. Ahmet Vefik ALP
Mimar ve Şehir Plancısı





MODERN BİR SENTEZ: ÇEVRECİLİK

Çevrecilik akımının başlaması yirmi yıl kadar öncesine dayanmaktadır. Bu yüzyılın başlarında çevrecilik, tabiatın korunması ile aynı anlama gelmekteydi. Ancak son 20-25 yıldan beri sadece geniş çaplı güncel bir akım değil, aynı zamanda, büyük bir ilgi alanı olma niteliğine de erişmiştir. Bugün dünyada, uluslararası, ulusal ve sayılamayacak kadar çok çevre kuruluşları, gittikçe artan faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Çevreciliğin en büyük zorluklarından biri, çevrecilik kavramının tarifinden doğan anlaşmazlık olmaktadır. O’Riordan, çevreciliği, “daha iyi bir yaşam tarzının olduğuna inanmak” şeklinde tanımlamaktadır. Çevreciliğin tanımı, elbette ki, büyük ölçüde çevrenin tanımı ile özdeştir ve bütün tabiî çevreyi kapsamaktadır. Hayatın bir parçası olan tabiî çevrenin korunması da hedef alınmıştır.
Uzun vâdede herhangi bir engelle karşılaşmamak için, insanlığı ve onun sosyal ve fizikî yapısını da içine alan çevreciliğin tanımlanması gerekli görülmektedir.
BİR FAALİYET OLARAK ÇEVRECİLİK
“Çevre faaliyetlerini neler meydana getirir?” sorusu çok önemlidir. Sorunun cevabı çeşitlidir ve her bir cevabın çevreciler üzerindeki etkisi, çevrecinin, soruna düşünce ve politika olarak yaklaşımına veya sorunu ele alış şekline ve elindeki kaynaklara göre farklılık gösterecektir.
Çevrecilik akımı önce uyarıcı bir hareket olarak başlamıştır. “Sessiz İlkbahar” (Rachel Carson, 1962) ve “Büyümenin Sınırları” (Meadows, 1972) ve diğer yayınlarda olduğu gibi, bellibaşlı çevre sorunlarına kamuoyunun dikkati çekilmeye çalışılmış ve bu alanda araştırmalar hızlandırılmıştır. 1970’lerin başında güncel çevre hareketi başlamış ve zirveye ulaşmıştır. Araştırma ve örgütlenme, çevreciliğin en önemli unsurlarıdır.
Son on yıl içinde etkili olan ve çevreciliğin güçlenmesine yarayan diğer gelişme ise, özel konuların ortaya çıkmasıdır. Genel çevre sorunları yanında, bölgesel sorunlarla uğraşmak üzere küçük kuruluşların meydana çıkması buna örnektir. Bu çabaların ulusal ve uluslararası dikkati çekmesi ve desteklenmeleri genellikle taşıdıkları öneme bağlıdır. 1970’lerde büyüme gösterenler sadece çevre koruma kuruluşları değillerdi. İş emniyeti, meslek hastalıkları, toplumun gelişmesi ile ilgili kuruluşlar da bu dönemde geliştiler.
Bütün bu çabalar her şeyden önce, kuruluşların, üstünde durdukları sorun hakkında uzmanlaşmış olmaları ve bütün gayretlerini ve çalışmalarını bu soruna dayamalarından kaynaklanmaktadır. Kuruluşlar ancak, sorun önemini koruduğu müddetçe yaşarlar. Çevrecilik akımının çoğu zaman parçalanmasının sebebi de budur.
Bu akımın zayıflığını ortaya çıkaran başka bir sebep, bu işin organizatörlerinin “çevre savaşı” verirken, konuları çoğunlukla katı kalıplar içerisinde değerlendirmeleridir. Bu bakış açısı da, çevrecinin taktiklerini kısıtlamakta, dolayısıyla bazı tartışma ve müzakerelerde geri çekilmeye yol açmaktadır.
Son birkaç yıl içinde, organizasyonun önem kazandığı, ulusal ve uluslararası düzeyde belirli, önemli, karmaşık ve geniş kapsamlı konulara yer veren yeni bir çevrecilik akımı görüldü. “Asit Yağmurları” (Howard and Perley, 1980), “Zararlı Atıklar” (Epstein, 1982), “Tropik Yağmur Alan Ormanlarının Tahribi” (Myers, 1980) gibi yayınları buna örnek olarak verebiliriz. Etkili bir çevrecilik faaiyeti için, belli bir düzeyde akademik kültür, organizasyon kabiliyeti, hükümetlerle ve belli grup ve kişilerle diyalog kurabilmeye yarayacak gerekli politik beceri ve hepsinden önemlisi, önemli konuların üstesinden gelebilmek için uzun vâdeli ilgi, sabır ve istek gerekmektedir. Bütün bunlar, profesyonel çevrecinin doğuşunu haber vermektedir.
Stratejilerin bir sonuca ulaşmasında, seçilecek taktikler rol oynar. Çevrecinin taktikleri arasında, yazışmalar, mektuplaşmalar, araştırmalar yer almaktadır. Bazı çevre kuruluşları ise müzakereler, kulis, basınla ilişkiler, bilgisayar kullanımı ve danışma metodlarına yönelmektedirler.
YENİ ÇEVRECİLİK AKIMI
Yeni ve dinamik çevrecilik, organize, işbirlikçi, bütünleyici ve uzun vâdede sonuç alacak bir akım olarak tanımlanabilir ve hattâ amatör bir başlangıçtan profesyonelliğe geçişi arzulanır. Çevrecilik akımının verdiği mücadelede kullanılan taktiklerin sadece geleneksel olmadığı, aynı zamanda kulis yapma, politik tartışmaya katılma ve yeni teknolojilerden yararlanma gibi modern nitelikte oldukları da görülmektedir.
Bu, yeni çevrecilik akımında, “sistem”e uygun bir çalışmanın savunulduğu söylenebilir. Hattâ bu bir eleştiri olarak da ileri sürülebilir. Bu, kısmen doğrudur. Ancak, önemli olan herkesi konuya ilgilendirmek, çevremizi korumak ve geliştirmek için mevcut tekniği ve teknolojileri iyi kullanmaktır. Böylece, akademik çevrecilik, insanlığın ihtiyaçlarına cevap veren ve çevrenin korunması için yararlı olan bir hâl alabilecektir.
Kişi sistemle uyum sağlamadığı sürece, sistemin dışında demektir ve bu da, bir yerde kanun dışı nitelik taşımaktadır. Gerçekte, çevrecilik bazı kanun dışı kişilerin ortaya çıkmasına da yardımcı olmuştur. Bu sebeple, etkili, sorumluluktan kaçmayan, hukuka uygun ve gerçekçi usullerin kullanılmasında fayda vardır.

D. Scott Slocombe

Kaynakça : www.cevre.org